Kapsam
Türkiye, sınırlarının hemen ötesindeki Suriye savaşı, 2015 ve 2016’da yoğunlaşan sivil hayata yönelik PKK ve IŞİD saldırıları ile 15 Temmuz 2016’daki darbe girişiminin sonucu olarak önemli güvenlik sorunları ile karşı karşıya. Ulusal güvenlik odaklı uygulamalar devlet politikalarında giderek daha geniş bir etki alanı buluyor. Temmuz 2016’da ilan edilerek Haziran 2018’e kadar yedi kez uzatılan Olağanüstü Hal (OHAL) dönemi de bu uygulamaları yasal bir çerçeveye oturtan güvenlik ağırlıklı bir yönetim biçimine zemin hazırladı. OHAL’e neden olan güvenlik sorunları bugün itibariyle önemli ölçüde bertaraf edilmiş olsa da, toplumsal güven bunalımı henüz aşılmış değil. Buna bağlı olarak, devletin siyasal ve sivil alanı denetim altında tutan bir tavırla hareket ettiği gözlemleniyor. Türkiye’de tarihsel olarak devletçi ve militer bir paradigma üzerinde şekillenen güvenlik yönetimi anlayışı, 2000’lerde yaşanan sosyal ve siyasi dönüşüme ek olarak Avrupa Birliği (AB) üyelik süreci gibi faktörlerin de etkisiyle demokratikleşme ve reform çabalarını gündemine almıştı. Son yıllarda ise yeniden geleneksel (devletçi ve güvenlikçi) bakış açısının etkisinin artmış olduğu görülüyor.
Son yıllarda yaşanan güvenlik krizlerinin başladığı ilk zamanlarda tehditlerle baş etmek için “en iyi yol” gibi gözüken katı güvenlik uygulamalarının, süreç içerisinde yeni sorunlara yol açtığı ve yeni güvensizlikler doğurduğu kamuoyunda yer alan tartışmalarda kendini gösteriyor. Özellikle medya ve ifade özgürlüğü alanında yaşanan tartışmalar, yargı ve adalet sisteminin yarattığı güvensizlikler ve insan hakları alanında meydana gelen daralmalar, sorunların rahat bir ortamda tartışılmasının koşullarını ortadan kaldırıyor.
Bugün, karşı karşıya kalınan güvenlik krizlerine yakın geçmişteki demokratikleşme sürecinde atılan adımların “yol açtığına” ve aynı “hatalara” tekrar düşülmemesi gerektiği yönündeki görüşlere sıkça rastlamak mümkün. Bu görüşün ağırlık kazanması önümüzdeki dönemde güvenlik kurumlarının kendini daha da fazla siyasal alanı kontrol altında tutacak biçimde yeniden konumlandırmasına ve sivil toplumun hareket alanını daraltmasına yol açabilir. Bunun yanı sıra güvenlik kurumlarının bugün yaşanan farklı boyutlardaki sorunları “tek-taraflı” bir anlayışla bertaraf etmeye çalışmaları, toplumun geniş kesimlerinin güvenlik yönetimi süreçlerinde yeterli ölçüde söz sahibi olmamasına ve katkı sunabileceği bir işbirliği ortamının oluşmamasına yol açabilir. Bunun sonucunda da toplumun devlet kontrolündeki güvenlik alanına etki etme potansiyeli ortadan kalkabilir.
Sivil toplum kuruluşları (STK) her ne kadar doğaları gereği devlete karşı eleştirel bir bakışa sahip olsalar da, aynı zamanda devlet ve toplum arasında kurulması gereken işbirliğinin de doğal bir partneri olmak durumundalar. Geçmişe bakıldığında, Türkiye’de sivil toplumun farklı dönemlerde askeri darbeler, darbe teşebbüsleri ve OHAL rejimleriyle etkisini ve gücünü yitirdiği görülüyor. 2000’lerde devlet-toplum ilişkisinin dönüşümü ve AB müzakere süreci gibi etkenler, STK’lara hem kapasite inşası konusunda destek hem de devletle diyalog imkânı sunmuştu. Bu dönemde hem devletle işbirliğine ve temasa kategorik olarak karşı çıkan STK’ların hem de STK’lara kapısını kapatan devletin yaklaşımında fark edilir değişiklikler gözlemlenmişti. 15 Temmuz 2016 darbe teşebbüsü ile birlikte uygulamaya konulan OHAL ve sonrasındaki dönem ise bu değişim sürecine sert bir şekilde ket vurdu.
OHAL süreci birçok STK’nın kapatılmasına, kendi içine çekilmesine ve kamuyla ilişki kurma teşebbüsünü dahi kesmesine neden oldu. Öte yandan Türkiye’deki STK’ların çoğunun devlet perspektifini zorlayacak ya da eleştirecek bir durumda olmadığını ve kendi alanlarına ve makro siyasete dar bir perspektiften baktığını söyleyebiliriz. STK’ların kategorik devlet karşıtlığı ya da devlete kategorik biatı, bugünün siyasi koşullarında da devlet ve toplum arasında köprü kurmalarını veya toplumun birbirleriyle konuşmayan grupları arasında arabuluculuk görevini üstlenmelerini engellemekte.
Türkiye’de ekonomik, siyasal ve toplumsal gelişimin sürdürülmesinde devletin işleyişinin ve güvenlik kurumlarının bu gelişmelere paralel demokratik bir yapıya kavuşturulması kritik bir öneme sahip. Güvenliğin sadece devlet eliyle sağlanmasının doğurduğu maliyete ve anti-demokratik sonuçlara dair dünyanın farklı yerlerinden pek çok kötü örnek saymak mümkün. Yakın geçmişte hem Ortadoğu’nun hem de Türkiye’nin kendi içinde yaşadığı güvenlik krizlerinin ne denli siyasal ve toplumsal faktörlere bağlı olduğu açık bir şekilde kendini gösteriyor.
Bu bağlamda güvenlik ve sivil toplum kurumlarının birbirleriyle olan ilişkilerini “güven” temelinde ve çift-taraflı bir yaklaşımla inşa etmeleri ve devletin güvenliğini toplumun güvenliği ile bir arada görmeleri gerekiyor. Güvenlik kurumlarının sivil toplumla olan diyaloğuna ve sivil toplumun devlet ve güvenlik kurumlarıyla olan ilişkisine yeni bir boyut kazandırılması için neler yapılabileceğine dair kamusal bir tartışmaya ihtiyaç var. Bunun yanı sıra güvenlik tehditlerine karşı uygulanacak politikaların, toplumsal güven ortamından, hukukun üstünlüğünden, bireysel hak ve özgürlüklerden ödün vermeden ve sivil toplumun ihtiyaçları ve beklentileri gözetilerek nasıl üretilebileceği, pek çok ülkede olduğu gibi Türkiye’de de tartışılması gereken bir konu olarak önümüzde duruyor.
Elinizdeki rapor, bu anlayıştan hareket ederek, 2017 yılında gerçekleştirilen bir saha çalışmasının ürünü. Raporda sivil toplumun güvenlik yönetimiyle olan ilişkisinin güvenlik krizlerinin yaşandığı dönemlerde nasıl evrildiği, bunun ne gibi sonuçlara yol açtığı ele alınıyor ve sivil toplumun güvenlik ihtiyacı ve algısı ile güvenlik yönetimine dair görüş ve deneyimlerine yer veriliyor.
Sivil toplum ve devlet arasındaki ilişkinin ve sivil toplumun özerk bir alanda var olabilmesinin zora girmesi, güvenlik alanındaki olası işbirliklerinin ve katılımcı politikaların önünü kesiyor. Ne var ki Türkiye’de sivil toplumun güvenlik alanına dahil olabilmesini ve bu alanda aktif rol oynayabilmesini engelleyen faktörler arasında devletin katı güvenlikçi politikalarına ek olarak, sivil toplumun kendi dinamikleri de yer alıyor.
Devlet kurumları ve sivil toplum arasındaki ilişkinin, özellikle güvenlik politikaları alanında nitelikli bir etkileşim içermesinin, yaşanan krizlerin kalıcı hasarlara neden olma riskini en aza indirebileceğine inanıyoruz. Bu amaçla saha çalışmasından çıkardığımız tespitlerden hareketle raporun sonuna bazı çözüm önerileri de ekledik.
Çalışma
Bu çalışma, hükümet yetkilileri ve güvenlik kurumlarının hayata geçirdikleri güvenlik politikaları ve uygulamaları doğrultusunda sivil toplumun politika yapımına katılımını, güvenlik ve güvensizlik algısını ve sivil toplum ile güvenlik kurumları arasındaki güven ve meşruiyet ilişkisi ile işbirliği potansiyelini anlamayı amaçlıyor.
Bu amaçla saha çalışması için, İstanbul’da son dönemdeki güvenlik uygulamalarının oldukça yoğun bir şekilde gözlemlendiği ve farklı açılardan temsil ediciliğinin yüksek olduğu düşünülen Beyoğlu bölgesi seçildi. Bu çerçevede Taksim, Okmeydanı, Tarlabaşı ve Cihangir gibi bölgelerde görüşmeler yapıldı. Taksim, son dönemde alınan fiziki güvenlik önemlerinin en görünür ve gündelik hayatın içine en çok dahil olduğu bir merkez olarak dikkat çekiyor. Diğer yandan Taksim bölgesi; iş, eğlence ve turizm merkezi olması bakımından çok farklı kesimden, aidiyetten ve siyasal görüşten insanın bir arada yer aldığı, etkileşime girdiği ve yeni güvenlik uygulamalarıyla yüz yüze geldiği bir bölge. Taksim’in çeperinde yer alan Tarlabaşı ve Okmeydanı gibi merkezler de kentsel dönüşümün yaşandığı ve farklı sosyo-ekonomik ya da siyasi ve ideolojik grupların yoğunlaştığı mahalleler olduğu için saha çalışmasına dahil edildi.
Saha çalışması kapsamında, 2017 yılında, Beyoğlu bölgesinde faaliyet gösteren 20 STK temsilcisi ve çalışanıyla yarı-yapılandırılmış görüşmeler yapıldı. Görüşmecilerin belirlenmesinde elverişli örnekleme (convenience sampling) yöntemi kullanıldı. Bu yönteme göre çalışmanın kriterlerine uygun görüşmeciler, müsaitlik, isteklilik ve gönüllülük durumlarına göre deneyim ve görüşlerini aktarmak üzere çalışmanın sahasına dahil edildi.
Genel olarak kişilerin görüşme yapma konusunda çekingen davrandığını söyleyebiliriz. Randevu talebinde bulunduğumuz pek çok STK temsilcisi, konunun hassasiyeti ya da güvenlikle ilgili söyleyebilecekleri çok fazla şey olmadığı gerekçesiyle teklifi geri çevirdi.
Görüşmeciler arasında göçmen ve mülteci, kentsel dönüşüm, çevre, eğitim, çocuk, kültür-sanat, kent, LGBTİ konularında çalışanların yanı sıra camii derneği, meslek örgütü, insan hakları ve dış politika alanında çalışan uluslararası kurumların temsilcileri de yer aldı.
Her ne kadar bu yönde özel bir soru sorulmadıysa da saha çalışması kapsamında görüşebildiğimiz kişiler arasında sol ya da seküler kesimlerin ağırlıklı olduğunu, merkez sağ, muhafazakar ve dindar kesimlerin sayısının az olduğunu belirtmek gerek. Siyasi görüşlerinden bağımsız olarak, görüşmecilerin hemen hepsinin hem yaşanan krizler hem de bu krizlerle mücadelede devlet kurumlarının uygulamaları konusunda tedirginlik ve endişelerini dile getirdiği söylenebilir.
Bu çalışmada Türkiye’deki bütün STK’ları temsil etmek gibi bir amaç gütmedik. Yoğun güvenlik önlemlerinin alındığı ve STK’ların merkezi konumu itibarıyla tercih ettiği Beyoğlu ilçesi üzerinden STK’ların güvenlik politikalarına katılımı hakkında izlenimsel bir resim çekmeye çalıştık. Dolayısıyla rapordaki tespitlerin araştırmanın örneklem kısıtlaması üzerinden okunması şart. Yine de çalışmada STK’ların devlet ile ilişkisine ve güvenlik politikalarındaki rol, katkı ve katılımına ilişkin önemli bulgular yer alıyor.
Çalışma kapsamında, yapılan görüşmelerin yanısıra, Ekim 2017’de bir çalıştay düzenlendi. Türkiye, Fransa, İrlanda ve Lübnan gibi farklı dönemlerde güvenlik krizi yaşayan ülkelerden, bu krizlerin güvenlik sektörünün demokratikleşmesine olan etkileri üzerine çalışan akademisyen ve uzmanlar, sahadaki ön bulgular ışığında çalışmanın temel sorularını ayrıntılı bir biçimde tartıştı.
Çalışmanın temel soruları:
• Türkiye’de sivil toplum ve güvenlik sektörünü oluşturan kurumların ilişkisi genel olarak nasıl? Sivil toplum-güvenlik kurumları ilişkisi kriz zamanlarında nasıl bir hal alıyor?
• Güvenlik krizleriyle tanımlanan dönemlerde kamu ya da güvenlik kurumları arasında bir işbirliği ya da bilgilendirme amaçlı bir iletişim oluyor mu?
• Son yıllarda yaşanan terör saldırıları, darbe girişimi ve OHAL uygulamaları sonucu Türkiye’nin içinde bulunduğu güvenlik krizi nasıl yönetiliyor?
• Güvenlik krizlerinin ve alınan önlemlerin STK çalışanları ve diğer bireyler üzerinde nasıl bir etkisi oluyor? Bu durum sivil toplum çalışanlarının ve faydalanıcılarının güvenlik algısını nasıl etkiliyor?
• Olağanüstü hal ve kriz dönemlerinde devlet-sivil toplum ilişkisi nasıl seyretmeli? Bu bağlamda sivil toplumun yapıcı rolünden bahsetmek mümkün mü?
Yukarıdaki sorular genel karakteristikleri itibarıyla açık-uçlu, derinlemesine ve niteliksel bir çalışma gerektirdiğinden, görüşülen kişi sayısını sınırlı tutarak derinlemesine bir içgörü edinmeyi amaçladık. Elinizdeki rapor da yapılan saha çalışmasından edinilen bulguların düzenlediğimiz bu uluslararası çalıştaya katılan uzmanlar tarafından değerlendirilmesinin ve ilgili literatürün incelenmesinin ardından kaleme alındı. Raporda en son olarak, sahadan edinilen verilerin ve sorunlu alanların ışığında STK’lara ve karar alıcılara fikir verebilecek çözüm yollarına işaret etmeye çalıştık.
Güvenlik Yönetimi ve Sivil Toplum İlişkisi: Literatüre Bakış
Erkan Koca
Elinizdeki çalışma, Türkiye’de artan güvenlik endişesi ve devletin bütünüyle tek taraflı ve katı güvenlikçi bir yönetim anlayışına kaymasıyla ortaya çıkan yeni durumu analiz etmeyi amaçlıyor. Bunu yaparken sivil toplumun kendi içindeki kırılganlıklarını ve sivil alana tam olarak yayılamama ya da sivil alanın beklentilerini yeterince karşılayamama ve yeterince “sivil” olamama gibi problemlerini dışarıda bırakmıyor.
Çalışma, “tarihsel olarak sivil toplumun katkısına en kapalı alan olduğu kanıtlanmış olan güvenlik sektörü”nün (Caparini ve Fluri, 2006: 13) sivil toplum ile olan ilişkisinin kriz zamanlarında benimsenen güvenlik yönetim anlayışına bağlı olarak nasıl bozulduğunu ve halihazırda var olan sorunların bu süreçlerde nasıl biçim değiştirdiğini inceliyor.
Bu sayede rapor, içinde bulunduğumuz “güvenlik krizi” ortamının açığa çıkardığı devletin “zora dayalı”, “devlet-merkezli” ve “anti-demokratik” ya da “militarist” güvenlik yönetimi anlayışını ve sivil toplumun “yeterince sivilleşememesinden” ve güvenlik uygulamalarını yeterli düzeyde tartışamamasından kaynaklanan sorunları karşılıklı bir ilişkisellik içerisinde ele alıyor. Böylelikle “güvenlikçi” yönetim anlayışının artan güvenlik endişelerine ve yaşanan kriz durumlarına bağlı olarak sivil alanı ”baskı” ve kontrol altına alması ve zayıflatmasının, tersine bir kısır döngü içerisinde bu sert politikaların biçimlenmesini ve uygulanmasını nasıl etkilediğini de sorgulamaya çalışıyoruz.
Demokratik toplumlar için üzerine kuruldukları ilke ve değerlerden, hukukun üstünlüğü ve bireysel hak ve özgürlükler gibi temel gerekliliklerden taviz vermeyecekleri bir güvenlik yönetimi uygulayarak günümüzün tehditleriyle baş etmek son derece zorlayıcı bir alan. Demokrasilerin kurucu değerlerini zedelemeden ve bütün bu değerlerin hayat bulduğu siyasal bir toplumu nasıl koruma altına alacakları cevaplaması kolay olamayan bir soru olarak karşımızda duruyor.
Demokratik yönetimlerin, terör saldırıları, darbe kalkışmaları ya da büyük kargaşa ortamlarının yarattığı güvenlik krizlerinde olağanüstü bazı tedbirlere başvurma ve kimi hak ve özgürlükleri kısıtlama hakları var. Ancak bu gibi önlemler alırken izledikleri politika ve uygulamaların toplum tarafından desteklenmesini ve meşru bulunmasını sağlama gibi bir yükümlülüğe de sahipler (Ignatieff, 2004: viii).
Nitekim kriz dönemlerinde çoğu kez jandarma ya da diğer askerî organların desteğine ihtiyaç duyulabiliyor. Bu gibi zamanlarda önemli olan, sert uygulamalara başvuran silahlı birimlerin toplumu dış tehditlere, iç isyanlara ya da darbe gibi kalkışmalara karşı korumaktan uzaklaşarak devletin baskıcı politikalarını ve yönetim biçimini koruma altına almasına izin veren bir ortamın oluşturulmasının önüne geçmek (Ball, 2006: 59).
Masum sivillerin kentlerin ortasında korkunç saldırılarla acımasızca öldürülmesi, toplumda tedirginlikle birlikte doğal olarak bir öfke de yaratıyor. Buna bağlı olarak devletin koruma refleksiyle güvenliğin yeniden tesis edilmesi için aldığı sert tedbirlerin ve yaptığı büyük harcama bütçelerinin, genel olarak toplum ve kamu otoriteleri nezdinde “kendiliğinden” bir meşruluk kazandığına inanılıyor. Kriz dönemlerinde artan açıklık ve şeffaflık ihtiyacına yeterli duyarlılık gösterilmemesinin ve hatta “gizli ve kapalı” olunması gerektiğine yönelik bir algı yaratılabilmesinin sebebi de bu inanış. Buna ek olarak, bu gibi dönemlerin hayatın her alanını etkisi altına alacak bir korkuyu kalıcı hale getirerek siyasal, ekonomik ve toplumsal ortamın normal seyrini kaybetmesine dönük bir güvensizlik ortamı oluşturduğu da gözlemleniyor.
Türkiye’nin güvenlik yönetimi anlayışı, özellikle büyük terör saldırıları gibi tehdit ve risklerle karşı karşıya kalınmasına yönelik algı ve endişelere bağlı olarak anti-demokratik eğilimler sergileme potansiyeline fazlasıyla sahip. Bu eğilimler; demokratik gözetime ve denetime kapalı olma, yeterli şeffaflığı ve hesap verebilirliği içermeme, bütünüyle kapalı kapılar ardından yönetme ve zor gücüne dayalı olarak güvenlik risklerini kontrol altında tutma olarak sıralanabilir.
Bilinen tecrübelerden hareketle, özgürlükçü demokrasilerin terör kaynaklı güvenlik sorunlarıyla karşılaştıklarında sorunu çözmek için genellikle aşırı tepki gösterdikleri bilinen bir gerçek (Ignatieff, 2004: ix). Yöneticiler, sistemin varlığına ve devlet mekanizmasının işleyişini ortadan kaldırmaya yönelik tehditlerle karşılaştığında özgürlükleri geri plana atarak güvenlik sorununa öncelik verebiliyor. Ancak bu durum uzun vadede özgürlük-güvenlik dengesinin nasıl yeniden kurulacağı konusunda fazla bir şey söylemiyor. Türkiye’nin içinden geçtiği güvenlik krizi de bütün bu endişeler için tipik bir örnek teşkil ediyor.
Bu noktada sivil toplum alanındaki tartışmaların demokratik kurumları harekete geçirmesi, geçici olarak yitirilmiş olan dengenin yeniden kazanılması adına kritik bir öneme sahip. Kriz süreçlerinin, sonrasında geçilecek normal dönem üzerinde etkili olacak kalıcı hasarlar yaratmaması için sivil alandaki tartışma ve demokratik denetim mekanizmalarının çalıştırılması gerekiyor.
Güvenlik yönetimi anlayışı, sadece devletle ve onun temel yapısını oluşturan güvenlik sektörü kurumlarıyla özdeşleştiriliyor. Ne var ki güvenlik tehditlerinin ve buna karşı oluşturulan politikaların yeterince şeffaf ya da hesap vermeye ve tartışılmaya uygun olmayışı, kamuoyunun gözetim ve katılımını büsbütün engelliyor. Gizlilik derecesi yüksek olan bir güvenlik yönetimi anlayışının benimsenmesi, devlet kurumlarının işleyişinden kaynaklanan her türlü sorunun siyasal iktidara mal edilmesine neden oluyor. Böyle durumlarda kapalılıktan kaynaklanan halihazırdaki gözetim eksikliğinin yanı sıra güvenlik bürokratlarının ve uygulayıcılarının sorumsuz davrandığı da gözlemlenebiliyor. Bu dönemlerde sivil yöneticilerin güvenlik bürokratlarına olan bağımlılığı artarak kritik bir konuma eriştiği için, güvenlik bürokrasisini oluşturan kurumların sivil yöneticilere hesap verme sorumluluğu da normal zamanlara kıyasla önemini yitiriyor.
Güvenliğin tamamen devlet ve güvenlik kurumları odaklı bir alan olarak düşünülmesi, neredeyse bütünüyle zor gücüne ve ‘‘gelecekten çok geçmişe bakarak cezalandırmaya” dayanan bir anlayış ortaya koyuyor (Johnston ve Shearing, 2003: 30). Oysa ki zor gücü, daima somut bir amaçla uygulanması ve muğlak amaçlarla başvurulmaması gereken bir kuvvet. Zor gücünün kullanımı, güvenlik kurumlarının güven-üretici ve adaletle-ilişkili olma kapasitesini önemli ölçüde zedeliyor (Johnston ve Shearing, 2003: 52). Kriz zamanlarında güvensizliğin tanımı oldukça muğlak ve soyut bir şekilde yapıldığı için, bu dönemlerde zor gücüne dayanan baskıcı güvenlik uygulamaları beklenen çözümü getirmekten uzak kalıyor.
Zor gücüne ve baskıya dayanan güvenlik anlayışının toplum üzerinde, güvende ve emniyette hissetme düzeyini oldukça düşüren tam tersi bir etkisi var. Kişilerin birbirlerine, içinde yaşadıkları topluma ve onun kurumlarına duyduğu güven azaldığında da insanlar yapmaları gerekeni yapsa bile yeni fikirler üretme, yaratıcılıklarını ve ruhsal kapasitelerini ortaya koyma gibi nitelikler sergilemiyor (Solomon ve Flores, 2001: 5). Güven büyük ölçüde zedelendiğinde, genellikle yasaların ruhu yerini lafzına ve “legalist” bir düzene bırakıyor. İnsanların birbirlerini ve toplumu yabancılama düzeyi artıyor ve bu durum büyük bir kişisel güvensizlik ve yabancılaşma doğuruyor. Solomon ve Flores’in (2001) ortaya koyduğu gibi toplumun üyesi bireyler karar alma süreçlerinden ve toplumsal ilişkilerden ne kadar uzak kalıyor veya uzak bırakılıyor ve güvenlik hizmetlerinin pasif alıcıları haline getiriliyorsa, güven de aynı oranda azalıyor.
Solomon ve Flores, güven üretiminin oldukça siyasal bir nitelik taşıdığını vurguluyor. Sivil toplumu salt gönüllü birliktelikler olarak görmenin ötesinde örgütlü ve koordineli siyasal bir topluluk (polity) olarak ele alıyorlar. Onlara göre güven, sivil toplumun bir ön şartı (2001: 11). Böyle bir güven ilişkisinin kurulmadığı yerlerde kamu kurumlarına ve görevlilerine yönelik güvenin inşa edilmesi de mümkün olmuyor ve bu güvensizlik genellikle kendini sinizm ya da sarsıcı şiddet eylemleriyle dışa vuruyor (2001: 20).
‘‘Güven üretmeyen” bir güvenlik yönetimi anlayışının benimsenmesi, beraberinde korkuya ve baskıya dayalı bir toplumsal düzen getirdiği gibi sivil alanda özgürlük ve güvende olma hislerinin yitirilmesine de sebep oluyor. Bu tür durumlarda kaybedilen güvenin ve güvenliğin yerini genellikle zor gücü, korku ve yönetime karşı duyulan büyük şüphe alıyor. Güvenliğin gizli ve toplumla paylaşılması “gerekmeyen” uygulamaların alanı olarak algılanması ve buna göre yönetilmesi, bu alanda hayata geçirilecek politikalara gösterilen rızayı ve duyulan güveni azaltıyor (Colaresi, 2014: 7).
Gizlilikle şüphe arasındaki güçlü bağlantı ve kamuoyunu bilgilendirme eksikliği güvenlik uygulamalarına duyulan güvensizliği arttırırken (Colaresi, 2014: 7), bu uygulamaları giderek toplum karşıtı bir çizgiye de çekebiliyor. Coleresi (2014), güvenlik gerekçesiyle toplumun bilgisi dışında belirlenen ve uygulanan politikaların siyasal iktidarlar tarafından nasıl manipüle edilebildiğine dünyanın çeşitli yerlerinden somut örnekler getiriyor. Güvenlik yönetiminin gizliliğe ve zor gücüne dayalı olduğu yerlerde oluşan bilgi ve güven açığı, güvenlik riski oluşturan kaynakların manipülasyonuna ve bilgi kirliliğine yol açarak hükümetlere duyulan güveni aşağı çekmeye elverişli bir zemin yaratabiliyor. Buna bağlı olarak olan biteni anlama ve açıklama ihtiyacı içerisinde olan kamuoyu, komplo teorilerine inanmaya yatkın hale geliyor (Coloresi, 2014). Buna karşılık olarak da “güvenlik gerekçesiyle” kamuoyuyla bilgi paylaşımı asgari düzeyde tutuluyor ve gizlilik asıl çalışma biçimine dönüşüyor.
Caparini ve Fluri’nin tespit ettiği gibi ulusal güvenlik, öteki politika alanlarından farklı olarak genellikle topluma daha kapalı olan, özel sınırlılıklar gerektiren ve bilginin büyük ölçüde “sır” olarak saklandığı bir alan. Ancak bilgilerin ulusal güvenlik gerekçesiyle toplumdan saklanmasıyla oluşan gizlilik ulusal güvenlikle ilgili çıkarların korunmasını sağlamakla kalmıyor. Bu hal aynı zamanda yetkilerin kötüye kullanımını gizleyerek yetkililerin siyasal sorumluluk almaktan ya da hesap vermekten kaçabilmesi için de elverişli bir zemin hazırlıyor (2006: 13).
Militer güvenlik anlayışı, demokratik bir toplumun yeterince tartışma yürütebilmesinin önünde bir engel oluşturuyor. Çünkü toplumsal sorunlara çözüm bulmak adına hayati önem taşıyan ortak akla ve uzlaşmaya ulaşma çabalarını hiçe sayarak teknik bir katılıkla tepeden inen çözümlerin yegane yol olarak kabulünü zorunlu kılıyor (Pearce, 2011: 408). Böyle dönemlerde insan hakları savunucuları ve STK temsilcileri güvenlik uygulamalarının önündeki ahlaki engelleri güçlendirmeye çalışırken, askerler ve polisler de bu engelleri olabildiğince aşağıya çekmeye yönelik bir tavır sergiliyor (Ignatieff, 2004: 23). Devlet ve sivil toplum arasında uzlaşıdan uzak olan bu ilişkiden doğan anlayış, hem korunması gereken hem de koruyucu merci olarak devleti görüyor ve buna göre bir yönetim anlayışı benimseniyor. Oysa günümüzde güvenlik meselesi, devletin sınırlarını aşarak sivil alanı da kapsayan, toplumsal bir konu olarak ele alınıyor.
Sivil Toplumun Güvenlik Konusundaki Rolü
Literatüre bakıldığında sivil toplumun tanımı ve işlevine dair farklı yaklaşımlar mevcut. Bu yaklaşımların hemen hepsinde ortak olarak görülen nokta, otoriter ve baskıcı yönetimlere karşı çıkmada, demokratik istikrar ve sürekliliği sağlamada ve demokratik kurumların yerleşik hale gelmesinde sivil topluma kritik bir rol yüklenmesidir (Cohen ve Arato, 1994: 15-16). Sivil toplum, toplumsal yaşamın ‘‘sivil ve demokratik değerleri içselleştirmesine katkı sağlayan bir örgütsel yaşam alanını” temsil ediyor ve toplumun “iyi, adaletli ve demokratik” bir biçimde yönetilmesini talep ediyor (Keyman, 2006: 10, 18).
Sivil toplumun tanımına bakıldığında ise genellikle bireylerin devlet-dışı ya da siyaset-dışı alanda, farklı ve çoğulcu yapıdaki gönüllü birlikteliklere dahil olmasıyla bir araya gelen ve daha iyi bir toplum inşasına yönelik ortak bir amaçla faaliyet gösteren örgütlenmeleri içerdiği görülüyor. Her türlü meslek örgütü, dini gruplar, düşünce kuruluşları, kadın hareketi örgütleri vb. farklı birliktelikler sivil toplum alanının kapsamına giriyor (VanTuijl, 2016: 3). Ancak burada söz edilen siyaset-dışılığı politik kayıtsızlık olarak okumamak gerek. Powell’ın da dikkat çektiği gibi sivil toplum örgütlenmeleri, devletin dışında ancak toplumsal siyasetin içinde yer alıyor (2010: 354).
Literatürde sivil toplum hem bir alan (sphere) hem de bir aktör (actor) olarak ele alınıyor. Ancak demokratikleşmeye ve özgürlük ve hukukun üstünlüğü ilkeleri çerçevesinde tanımlanan demokratik siyasete yönelik tartışmalarda sivil toplumu bir aktör olarak ele alan yaklaşımın daha etkili olduğu gözlemleniyor (Hahn-Fuhr ve Worschech, 2014: 24). Bu yaklaşıma göre sivil toplum, farklı sosyal topluluklar arasında güvenin tesisi, toplumun üyeleri ile devlet kurumları ve hükümet yetkilileri arasında bir diyalog ortamı oluşturulması ve yerel toplulukların taleplerinin ortaya çıkarılması bakımından toplumsal güvenliğin sağlanmasında önemli bir role sahip (Caparini ve Cole, 2008: 14).
Bu çalışmada bizi daha çok sivil toplumun güvenlik yönetimi ve kişilerin güvenliği açısından
sahip olduğu işlevi ilgilendiriyor. Sivil topluma bu açıdan bakıldığında üç farklı rolden söz etmek mümkün. Bunlardan ilki, sivil toplumun siyasal bir toplumda devlete ve piyasa aktörlerine karşı önemli bir dengeleyici ve denetleyici konumda olması ve buna bağlı olarak da demokrasi ve sosyal adaletin gelişmesine önemli bir katkı sunmasına ilişkin. İkincisi, bireylerin ortak yarar çerçevesinde bir araya gelerek topluluklar ve siyasal toplum ile ilişki içerisine girmesini sağlayan bir aracı, bir tür etkileşim alanı işlevi görmesi. Üçüncüsü ise sivil toplumun dayanışma, güven, işbirliği, hoşgörü ve sosyal sermaye gibi pozitif değerlerin taşıyıcısı ve dışavurumu olması (VanTuijl, 2016: 3).
Üçüncü yaklaşımdaki pozitif nitelemesinin önemli olmasının sebebi, sivil toplum içerisindeki her birey ya da birlikteliğin sivil olmadığını; eşitsizlik, ayrımcılık ya da şiddet de üretebileceğini belirtmesi. Nitekim sivil toplumun etnik ve sınıf temelli ayrımları belirgin hale getirerek bir çatışma zemini oluşturması veya var olan eşitsizlikleri kalıcı hale getirecek şekilde araçsallaştırılması da pekâlâ mümkün (Bob, 2011: 211). Bu gibi durumlara örnek olarak Türkiye’deki sivil toplum alanında belirgin olarak gözlemlenen “hükümete yakın” ya da “hükümete uzak” olma halinin, sivil toplumun “sivil” karakterini zayıflatması ve hatta yok etmesi gösterilebilir.
Devletin güvenlik endişelerinin giderilmesi için daha fazla zor gücüne başvurmasının ve daha cezalandırıcı bir tavır sergilemesinin sivil toplum üzerinde doğrudan etkileri var. Fakat bunun tersi için de aynı durum geçerli. Sivil toplumun zayıflaması ya da sivil alanın ceza yasalarıyla yönetilmesi, güvenlik yönetimini kaçınılmaz olarak anti-demokratik kılıyor. Ortaya çıkan kısır döngü bağlamında, sivil toplumun zayıflamasıyla toplumda kişilerarası ilişkilerdeki güven duygusu zedeleniyor ve nihayetinde kamu kurumlarına duyulan güven de sarsılıyor (Goldsmith, 2005: 449).
‘‘Civilis’’ kelimesi etimolojik olarak, vatandaşlıkla ilişki, kamusal yaşamla ilişkili olan, vatandaşlığın gerektirdiği gibi anlamlara sahip. Buradan hareketle sivil toplum aslında siyasal bir toplumun (polity) üyesi olma, bir toplumda yaşamanın doğal sorumluluğunu üstlenme, yani bir tür aktif vatandaşlık anlamına geliyor. Topluma etki eden her türlü karar, uygulama ya da politika alanında sivil toplumun söz söyleme hakkı ve sorumluluğu var. Dolayısıyla sivil toplum derken amacı, içeriği, faaliyetleri ne olursa olsun, kriminal alanın dışında kalan, şiddeti, ayrımcılığı ve her türden eşitsizliği reddeden bireylerin, siyasal toplum açısından kritik önem taşıyan güven, işbirliği, dayanışma, hoşgörü ve adalet gibi değerlerin sürekli olarak toplumsal iktidar tarafından benimsenmesi için sorumluluk üstlendiği aktif bir alan tanımlanıyor. Bu çalışmada, sivil toplumun Edwards’ın ortaya koyduğu üç rolünden (ekonomik, sosyal ve siyasal) siyasal olan üzerinden güvenlik yönetiminin analizi amaçlanıyor (2008: 13-15).
Sivil toplum aynı zamanda iyi işleyen bir demokratik yönetimin toplumsal koşullarıyla neredeyse birebir örtüşen bir alanı tarif ediyor. Bu nedenle sivil toplumun etkisine kapalı bir güvenlik yönetimi anlayışı her zaman için anti-demokratik bir çizgiye kayma, güvensizlik ve tedirginlik yayma, toplumdaki dayanışma ve işbirliği ilişkisini zayıflatma, eşitsiz ve ayrımcı uygulamalara açık olma, sivil toplum alanını kriminalleştirici ve adalet duygusunu sarsıcı bir içeriğe yer verme potansiyeli taşıyor. Dolayısıyla devletin güvenlik yönetimi anlayışının sivil toplum ile olan ilişkiselliği açısından sivil topluma dair dile getirilen her üç yaklaşım, bu çalışma için önemli bir belirleyiciliğe sahip.
Sivil gözetim ve denetim adına önemli bir aktör olan ve bireyin siyasal toplumla ilişkiye geçmesi için alan açan sivil toplum, aynı zamanda toplumsal düzen adına kritik önem taşıyan güven,adalet, dayanışma, işbirliği ve hoşgörü gibi değerlerin vücut bulduğu ve ifade edildiği bir birliktelik biçimi. Araçsallaştırılmadığı ya da toplumdaki eşitsizlikler ve çatışma alanları üzerinde yerleşiklik kazanmadığı sürece, toplumun daha iyi yönetilmesi ve demokratik taleplerin ve beklentilerin ortak bir çabayla hayata geçirilebilmesi adına çok önemli bir mekanizma. Bu nedenle demokratik yönetimlerde devletle sivil toplumun karşılıklı bir etkileşim içerisinde, birbirini güçlendiren bir işleyişe sahip olması bekleniyor. İki alanı birbirinin zıttı ya da alternatifi olarak görmek problemli bir yaklaşım. Aksine sivil toplumun güçlenmesinin devlet yönetiminin demokratikleşmesi ve güvenlik risklerinin azalması üzerindeki dolaylı etkisi, daha güçlü bir devlet-sivil toplum işbirliğine olanak sağlıyor. Bunun sonucu olarak krizlerin sonradan kalıcı hasarlara neden olma potansiyeli de asgari seviyeye çekiliyor.
İyi işleyen bir demokraside güçler ayrılığı sadece yasama, yürütme ve yargı arasındaki bir iktidar dağılımına değil aynı zamanda devlet ile devlet dışındaki sivil toplum arasındaki bir yayılmaya da işaret ediyor. Bu sebeple güçlü bir sivil toplumun varlığıyla demokratik devlet arasında yakın bir ilişki bulunmaktadır (Warren, 2011). Demokratik toplumlar, aynı zamanda sivil ve siyasal olan toplumlar.
Uygulanan politikalardan uzaklaştıkça daha geniş bir halk kesimi kendini giderek korunaksız ve ne yapacağını bilemez bir güvensizliğin içinde hissedebiliyor. O nedenle bu gibi kriz zamanlarında artan toplumsal tedirginliği ve güvensizliği azaltmanın ve terör eylemlerinin sebep olduğu güvenlik krizleri karşısında devlet kurumlarını daha güçlü kılmanın en önemli yollarından biri, sivil topluma daha fazla kulak vermek, ona güven temelli ve geniş bir hareket alanı tanımak ve devletle toplum arasındaki güven ilişkisini derinleştirecek bir güvenlik yönetimi politikası izlemektir.
Doğru adımların atılması ve güvenlik politikalarının belirlenmesi, uygulanması ve izlenmesi süreçlerine toplumun olabildiğince her kesiminin katılımının sağlanması halinde, demokratik ilke ve değerler zaman zaman belli ölçüde zedelense de giderek güçleniyor ve daha kalıcı hale gelebiliyor. Farklı kesimlerin görüşleri devletin katı bakış açısıyla uyuşmasa dahi yönetim sürecine dahil edildiğinde, çekişmeci ve rekabetçi bir siyasal ortam doğuyor ve halkın kendini daha güvende hissetmesi sağlanabiliyor. Böyle zamanlarda devlet yöneticilerinin en büyük ihtiyaçlarından biri, dışarıdan gözlerin ve farklı seslerin yaptığı değerlendirmelere kulak vermek. Bu anlamda sivil toplumun uluslararası deneyimlerin ve birikimlerin bir yansıtıcısı olduğunu da göz ardı etmemek gerekiyor.
Güvenlik alanı, devlet ve toplum arasındaki güven ilişkisinin en hassas olduğu başlıklardan biri ve ilişkinin bu hassasiyete uygun bir şekilde geliştirilmesi, demokratik sistemin sadece kağıt üzerinde değil pratikte de işlemesi için oldukça önemli. Farklı beklenti ve çıkarların, farklı görüş ve düşüncelerin devletin yönetim alanına etki etmesi ve çoğulcu ve katılımcı bir yönetim aygıtının oluşturulması bu sayede mümkün oluyor. Sivil toplumun gücü, en çok siyasal özgürlüklerin güçlü bir biçimde hayat bulmasına ve daha müzakereci bir anlayışın etkin hale gelmesine bağlı.
Sivil toplumun güçlenmesiyle azınlık haklarının, insan haklarının, temek hak ve özgürlüklerin savunulması, bireyler ve bireylerle devlet kurumları arasındaki diyalog ortamının derinleşmesi, dezavantajlı grupların korunması, aktif vatandaşlığın teşvik edilerek devletle toplum arasındaki hiyerarşik ilişkinin ortadan kalkması ve siyasal toplumu ayakta tutan pozitif değerlerin kalıcı hale getirilmesi mümkün kılınabiliyor (VanTuijl, 2016: 4). Bu noktada devletin güvenlik yönetimi anlayışı ve güvenlik risklerini algılama biçimi ile sivil toplumun gelişimi arasında son derece kritik bir ilişkisellik ortaya çıkıyor. Büyük endişelerin ve tehditlerin hissedildiği dönemlerde özellikle sertleşen önlemlerin sivil alanı etkileme biçimi, rejimlerin normal zamanlardaki karakteristiğini de ele veriyor (Sidel, 2011). Kriz zamanlarında devlet organları mevcut riskleri genellikle olduğundan çok daha büyük ve kalıcı olarak algılarken, sivil toplum bir karşıtlık ilişkisi içerisinde bulunduğu için çok daha küçük ve geçici olarak algılıyor (Ignatieff, 2004).
Devletçi ve güvenlikçi anlayışın hakim olduğu ülkelerde siyasal özgürlüklerin daha çok baskılandığını ve sivil toplumun sesinin kısıldığını gözlemlemek mümkün. Bu ülkelerde sivil toplum ile devlet arasında keskin bir karşıtlık kendini gösteriyor. Devlet, sivil toplum üzerindeki patronajını derinleştirerek sivil toplumun işlevini yerine getiremediği alanlara güvenlik üzerinden yerleşme eğilimi sergiliyor (Rosenblum ve Lesch, 2011).
Johnston ve Sheraing’in önemle belirttiği gibi güvenlik meselesi sadece tehditlerin ortadan kaldırılması ya da yok edilmesinden ibaret değil. Huzur ve güvende olmak için mevcut tehditlerin ortadan kaldırılmasının ötesinde gelecekte de emniyette olunacağının hissedilmesi şart (2003: 5). OHAL gibi kriz dönemlerinde katı bir biçimde ‘‘şimdiye” ve mevcut ya da “acil” tehlikelere odaklanan bir güvenlik yönetimi anlayışının benimsenmesi, genellikle geleceğe yönelik tedirginlik ve güvensizlik yaratıyor. Sivil toplumun güvenlik alanında daha fazla söz sahibi olması, mevcut tehditler ortadan kaldırılırken ‘‘geleceğe yönelik” yaratılan güvensizliğin önüne geçilmesi adına da önemli.
Diğer yandan tehditlerin bütünüyle ortadan kaldırıldığı tam bir güvenlik durumu hiçbir zaman için söz konusu değil. Bu nedenle işin doğası gereği var olan belirsizlikler ve öngörülemezlikler karşısında güçlü bir toplumsal dayanışma ve güven oluşturmada da sivil toplumun yeri çok önemli. Yüksek güven, geleceğe dair bu belirsizlikler ve öngörülemezliklerle baş etmek adına en etkili araç (Solomon ve Flores, 2001: 87).
Türkiye, güvenlik yönetimi ve yasa uygulama biçimi bakımından devletçi olarak nitelendirilen ülkeler arasında yer alıyor. Devletçi ülkelerde devlet ile toplum arasındaki ilişki devlet tarafından belirleniyor, siyasal alan devletin gölgesi altında kalabiliyor ve güvenlik yönetimi kapsamındaki yasalar öncelikli olarak devleti koruma altına alacak şekilde uygulanıyor. Devletçi ülkelerde kamu görevlileri kendilerini halka hizmet veren kimseler olmaktan ziyade devletin devamlılığı ve korunması için görev yapan memurlar olarak görüyor. Yasa uygulayıcılar ise yasaları uygulamaktan ziyade onları devletin talep ve beklentileri doğrultusunda, yere ve duruma göre uyarlar hale geliyor (Koca, 2015).
Çalışma kapsamında yapılan görüşmelerden de anlaşılacağı üzere, devletçi anlayış, güvenliği daha çoğul, objektif ve genelin güvenliği olarak algılıyor ve güvenliğin sağlanmasını büyük ölçüde zor gücüne bağlıyor. Ancak tıpkı siyasal özgürlüklerde olduğu gibi sivil toplumun gelişmesi de daha bireysel, kişisel, subjektif, insani ve psikolojik içerikte bir toplumsal güvenlik alanının oluşmasına ihtiyaç duyuyor.
Sivil alan, bireyler arasındaki ve bireylerle kurumlar arasındaki ilişkinin güven-temelli olmasını zorunlu kılıyor (O’Neill, 2002). Buna karşın ülkemizde 2016 darbe girişiminden bu yana çok daha belirgin bir şekilde tanık olduğumuz devletçi ve militer güvenlik anlayışı, bu güven ilişkisini zedeliyor ve kalıcı bir sivil-karşıtı işleyişi yerleştirme riski taşıyor. Bu durumun bir diğer önemli sonucunu da hukuk kurumları ve bürokratik idari yapılar üzerinde gözlemlemek mümkün.
Güçlü bir sivil toplumla etkileşim içinde işleyen demokratik bir yönetimde hukuk kurumlarının bağımsız, idari yönetim aygıtının ise tarafsız olmasını bekleriz. Diğer bir deyişle yargı kurumlarının hükümetten bağımsız hareket etmesi ve bürokratik kurumların tarafsız olması gerekir. Devletçi ve militer bir ulusal güvenlik anlayışında ise tartışmalı dış tehditlere odaklanılarak, insan hakları ve demokratik özgürlüklerin korunması arka plana atılıyor (Caparini ve Cole, 2008: 12). Bu yaklaşım devletin cezalandırıcı ve düzeni sürdürücü vasfını öne çıkararak işleyen bir yapı kurduğu için de sivil alanı zayıflatıyor, yargı kurumlarının bağımsız karakterini ve idari kurumların tarafsızlığını büyük ölçüde zedeleme riski taşıyor.
Böyle dönemlerde yasa uygulayıcılar, iç güvenlik birimleri olmaktan çıkarılıp ulusal güvenlik kurumları haline getiriliyor ve siyaset ve hukuk alanının dışına çıkarılıyor (Koca, 2015). Kriz dönemlerinde güvenlik risklerini algılama, endişeleri yönetme ve hukuka bağlı kalıp kalmama, yönetimlerin asıl karakteristiğine ve kriz sonrası normal zamanlarda işlerin nasıl işleyeceğine dair son derece kritik ipuçları barındırıyor.
Sivil Toplumun Güvenlik Algısı ve Güvenlik Kurumlarıyla İlişkisi: Saha Çalışması
Sivil Toplum ve Devlet İlişkisi
Türkiye’de sivil toplum görevi ile devlet kurumları arasındaki ilişkinin 2000’li yıllarda yaşanan AB üyelik süreciyle birlikte iyileşmeye ve güçlenmeye başladığını söyleyebiliriz. Ne var ki bu iyileşme süreci içinde birçok sorun da barındırıyordu. Bu sorunların başında, devlet-sivil toplum ilişkisinin güçlenmesi koşulunun devlet eliyle sunulmuş olması geliyordu. O dönemde de devlet, STK’larla olan ilişkisinde fazlasıyla belirleyici ve kontrol edici olma rolünü elden bırakmış değildi.
Bugüne geldiğimizde geçmiş dönemlerle benzer şekilde devletin resmi STK’sı olma ya da farklı durumları STK’lar arasında bir hiyerarşi kurma durumu değişmedi. Devletle/hükümetle ilişki kurabilen STK’larla bu ilişkiyi kategorik olarak reddeden STK’ların arasında kalan ve politika alanına etki etmeye, diyalog ortamını canlı tutmaya çalışan STK’ların sayısı artsa da, devlet-STK ilişkisinin barındırdığı sorunlar bu alandaki imkânların kullanılmasını kolaylaştırmadı.
Çalışma kapsamında görüştüğümüz Beyoğlu çevresindeki STK’ların büyük çoğunluğu, kamu politikalarını etkileme güçlerinin neredeyse hiç olmadığını belirttiler. Bu durumun farklı dönemlerde farklı kamu kurumlarına ve o kurumlardaki yetkili kişilere bağlı olarak değiştiğini, ancak özellikle 15 Temmuz 2016 darbe girişimi sonrasına damgasını vuran olağanüstü hal döneminde etkilerini bütünüyle yitirdiklerini dile getirdiler.
STK’ların kamuyla işbirliği taleplerinde yerel idarelerin cevapları ve yaklaşımları kişiden kişiye ve kurumdan kuruma değişebiliyor. Bazı kurumlar benzer işler için kolaylıkla izin verirken diğerleri vermeyebiliyor. Görüştüğümüz kuruluşlar arasında devlete daha yakın duranlar, kaymakamlık yerine yerel yönetimlerle yürüttükleri işbirliğinden daha olumlu sonuç aldıklarını söylüyorlar.
Geçmiş dönemlerde kamuyla iş yapabilmiş kimi STK temsilcisine göre ilişkinin sona ermesinin nedeni, olağanüstü hal döneminde bu ilişkiyi sürdürmek söz konusu olduğunda kamu kurumlarındaki yetkililerin yaşadığı ihraç, atılma ve damgalanma durumları ve endişesi. Örneğin Beyoğlu çevresindeki devlet okullarıyla kültür-sanat yoluyla sosyal uyum çalışması sürdüren bir STK temsilcisine göre, olağanüstü hal döneminde işbirliğini engelleyen faktörler arasında müdür ve öğretmenlerin sürekli değişmesi ve “idealist” olarak nitelendirdikleri öğretmenlerin okullardan uzaklaştırılması yer alıyor.
STK’ların etkilerini yitirmelerinden daha da ön planda olan, bu dönemde yaşanan tedirginlikler. Darbe girişimi sonrası yaşanan olağanüstü hal döneminde, Gündem Çocuk gibi alanında yetkin ve belirli bir saygınlık kazanmış olan sivil toplum kuruluşlarının KHK ile kapatılması ve faaliyetlerinin durdurulması, sıradan sivil toplum etkinliklerinin darbeyle ilişkilendirilmesi ve sivil toplum çalışanlarının gözaltına alınarak kiminin tutuklanması STK’ları tedirgin etti. Özellikle insan hakları ve savunuculuk alanında faaliyet gösteren STK’lar böylesi sonuçlarla karşılaşma ihtimaliyle hareket etmeye ve temkinli olmaya yöneldiler.
STK’ların darbe teşebbüsü sonrasındaki olağanüstü hal dönemine ve bu dönemdeki devlet-STK ilişkisine yönelik cevaplarında en çok dile getirilen kelime “korku”. Pek çok görüşmeci, İstanbul’daki bombalı saldırılar ve darbe girişimi sonrasında toplumda artan endişe ve korku halinin devletin kısıtlayıcı güvenlik politikalarıyla daha da pekiştiğini düşünüyor. Bu kapsamda “korku”, en çok başvurulan kelimelerden biri. “İnsanlardan korkuyorum.”, “Okul müdürü telefonda konuşurken dinlenme korkusu yaşıyor.”, “Bu dönem bizi korkutuyor.”, “En ufak bir hata yapmayalım, yoksa içeri gireriz korkusu yaşıyoruz.” gibi sık sık korkulara atıf yapılıyor ve kamu kurumlarıyla olan ilişkilerde de karşılıklı bir “korku” halinden sıklıkla söz ediliyor. Bir yandan STK’lar kendi faaliyetlerini yürütürken karşılaşabilecekleri idari ve yargısal cezai süreçlerden çekiniyor, diğer yandan irtibat kurdukları kamu temsilcilerinin de kendi kurumlarındaki hiyerarşik yapıdan ve kendi aleyhlerine işleyebilecek benzer yargısal ve idari süreçlerden endişe ettiği dile getiriliyor.
Kamu görevlilerinde sivil toplumla çalışma anlayışının eksik olduğuna da sıklıkla dikkat çekiliyor. Bu ilişkinin var olup olmamasını devlete yakınlık-uzaklık durumu ya da işbirliği yapılan konu belirliyor. Bu alanı gözlemleyen görüşmecilerin en önemli tespitleri, devletin sadece devlete yakın olan kuruluşlar için bir STK alanı açması, aksi halde o alanı ve işbirliği olanağını kullanmaması ya da kendi STK’sını yaratıp onu güçlendirmesi yönünde. Görüşmecilere göre kamu, kimi STK ile (örneğin engelliler ya da mülteciler ile ilgili bir STK ile) daha rahat iletişim kurarken kimi STK ile işbirliği kurmaktan imtina ediyor. Öte yandan görüştüklerimiz arasında devlete yakın olan ve onunla güven ilişkisi kurabilen kimi dernekler, kamuyla daha rahat ilişki kurabiliyor ve bu ilişkinin niteliğinin olağanüstü hal döneminde etkilenmediğini savunuyor.
Görüşülen STK’lar arasında devletin STK alanını görmezden gelerek kolayca kontrol altında tutmasına rağmen kamu kurumlarının daha fazla zorlanması gerektiğini savunanlar var. Bu düşünce, hak ve özgürlüklerden taviz vermeme refleksiyle devletle müzakereye dayalı bir ilişki kurmama ilkesiyle hareket eden STK’lar dışında kalanlarda devlet-STK ilişkisine yönelik nadir görülen bir anlayışa erişildiğini gösteriyor.
Devlet, “devletin yapısını” destekleyen bir platform olarak görmediği STK’ları görmezden gelip dışladıkça, STK’lar da devlete karşı kategorik bir karşıtlık pozisyonu alabiliyor. Bu anlamda STK’ların kendilerini çalıştıkları alan itibarıyla seçkin ya da bu alanı yönetmesi gereken azınlık olarak konumlandıran tutumu aşmaları, sadece kendilerine benzer gruplarla iş yapma rutininden ve dolayısıyla kısıtlı çevrelerinden çıkmaları ve etki alanlarını genişletmeleri gerektiği yönünde bir öz eleştiri var. Bu görüşe göre STK’ların kamuyla ilişki kurma yöntemlerine daha fazla kafa yormalarına ve görünürlük ve kamuyla ilişkileri yönetme konularında kendilerini daha fazla geliştirmelerine yönelik öneriler sıklıkla dile getiriliyor. Kamuya nasıl yaklaşılır, nasıl etki yaratılır ya da kamunun dikkati nasıl çekilir üzerine düşünülüp yeni metotlar oluşturmaktan vazgeçilmemesi gerektiğine değiniliyor. Bunu yaparken kendi aralarında da ortak değerlerde buluşmaya çaba sarf etmelerinin, STK’ları güçlendireceğine inanılıyor.
Sivil Toplum Çalışanlarında Güven/ Güvensizlik Algısı
15 Temmuz darbe girişimi ile sonlanan ve güvenlik krizlerinin ve tehditlerinin damgasını vurduğu dönem, STK’lar açısından güvenlik güçlerinin daha görünür olduğu, güvenlik önlemlerinin arttırıldığı ve devletin kolluk kuvveti ve yargı kurumlarının suç tanımını genişlettiği bir dönem oldu.
Özellikle, uluslararası fonlarla çalışan STK’lara devlet nezdinde (yargı ve kolluk) özellikle şüpheyle yaklaşılıyor. Uluslararası fon alan kurumlar üzerinde devlet ve sivil kurumlar (medya) aracılığıyla yürütülen itibarsızlaştırma politikaları, uzun süredir bu fonlara bağlı olarak iş yapan STK’lar arasında endişe yaratıyor. Genel güvensizlik hissiyatının bir parçası olarak telefonlarının dinlendiğinden, e-maillerinin okunduğundan büyük endişe duyan insanlar var. Dinlenemeyen, nispeten korunaklı olan yollarla iletişim kurmaya ve Google’da arama yaparken daha korunaklı yollar bulmaya çalıştıklarını belirtiyorlar. Ergenekon ve Balyoz davaları dönemindeki genel paranoya ve herkesin dinlendiğini düşünme hali yeniden ortaya çıkmış gibi görünüyor.
Buna paralel olarak kişisel güvenlik ihtiyacının artması ve insanların çalıştıkları yerlerdeki “acil durum planlarını” ilk kez bu kadar ciddi bir şekilde yenileyip gözden geçirmesi söz konusu. Aynı şekilde işyerine gidiş-gelişte ana caddeleri kullanmama, toplu taşıma araçları yerine taksiyle seyahat etme, evden çok çıkmama ve imkân varsa evden çalışma gibi bireysel tedbirlere başvuruyorlar. Daha çok sosyal uygulamalar üzerinden haberleşme, derneklere tanımadıkları kişilerden gelen randevu taleplerini kabul etmeme, insanları korumak için üye almama da bu döneme özgü korunma yöntemleri arasında. Pek çok görüşmeciye göre devlet, uyguladığı güvenlik politikalarıyla STK’ları gizliliğe ve kapalılığa itiyor.
Beyoğlu çevresinde görüştüğümüz STK çalışanlarında 15 Temmuz öncesi ve sonrası dönemdeki güvenlik/güvensizlik algısına ilişkin üç tür yaklaşımdan söz edebiliriz: Bunlardan ilki, güvenlik politikalarının daha da sıkılaştırılması gerektiğini savunan yaklaşım. Bu yaklaşıma göre polisin varlığı, güvenlik sorununa neden olan ve suça meyilli kişilerde tedirginlik yaratıyor; polis ne kadar görünür olur, sokakta ne kadar çok kimlik kontrolü yapılırsa, ortam daha güvenli kılınıyor. İkinci yaklaşım ise güvenlik güçlerinin sokaktaki varlığının güven yerine güvensizlik yarattığı yönünde. Bu yaklaşıma göre Beyoğlu’nda sıklıkla rastlanan zırhlı araç, Toma aracı ve polis kontrolleri güvenin aksine tedirginlik yaratıyor. Zira bu kesimlerde polisin tavrı, yaklaşımı ve inisiyatif alanının genişliği konusunda bir güvensizlik algısı var. Bir diğer yaklaşım ise bizatihi bu iki karşıt pozisyonun güvenlik ve devlet tarafından bir yönetim biçimi olarak ortaya konulduğu yönünde. Toplumun farklı kesimlerine ilişkin iki karşıt güvenlik/ güvensizlik algısının yaratılmasının, bir politikanın ya da bir yönetme mekanizmasının parçası olduğu düşünülüyor. Ne zaman toplumsal barış ve huzura yönelik bir adım atılsa (örneğin çözüm süreci) bu ikilemin oluşturulduğu ve güvenlik siyasetinin yaratılan bu güvensizlik ortamı üzerine inşa edildiği savunuluyor.
Birinci yaklaşıma sahip olanlar, devletin güvenlik güçleriyle böylesine sokağa inmesinin gerekli ve caydırıcı yanları olduğunu düşünen bir kesim. Devletin güvenlik güçleri tarafından düzenlenen sınır ötesi operasyonlar ile dahi gündelik hayattaki güvenlik ihtiyacı arasında doğrudan ve olumlu yönde bir ilişki kurabiliyorlar. Bu kesimden pek çok görüşmeci, polisi ve devleti güvenliği sağlamak konusunda yetersiz buluyor ve yetersizliğin güçle değil beceri ve işini gerçekten bilmeyle kapatılabileceğini belirtiyor. Ergenekon davaları, polisin ve devletin kadrolarında çok sayıda “FETÖ” üyesi çıkması gibi olgular, var olan güvensizliği korkuya dönüştüren bir etki yaratıyor.
İkinci yaklaşıma göre ise, “güvenlik” kavramı, güvende olma ya da tehditlerden korunmadan ziyade ve daha önce korkuyla ilişkilendiriliyor. Bu kesimde güvenlik kavramı daha çok tedirgin olma, korkma, gelecek endişesi yaşama ve kendini güvende hissedememe çağrışımları yapıyor. Yine bu kesimde güvenlik kavramının hep suçlular üzerinden düşünüldüğünün altı çiziliyor. Bu görüşe göre gerçek suçlularla mücadele edilirken masum insanlar tedirgin ediliyor. Bu nedenle de polisin daha yoğun olduğu yerlerde güvenlik değil, güvensizlik duygusu ağır basıyor ve güvenlikle ilgili riskli bölge algısı oluşuyor.
Bu yaklaşıma sahip olan görüşmeciler, polisin bulunduğu yerlerde gündelik sivil hayatlarının baskı altında olduğundan ve özgürlük hissinin “uçup gitmesi” gibi bir duyguya kapıldıklarından bahsedebiliyorlar. Polisin “korkutucu” olduğunu ve insanların suçların ya da güvenlik tehditlerinin yanı sıra polisten de ürktüklerini ifade ediyorlar. Polisin çalışma biçiminin etrafa verilen rahatsızlığı umursamayan, “duyarsız” ve “plansız” olduğu dile getiriliyor.
Bu doğrultuda dile getirilen rahatsızlıklar arasında, etrafta hiç olmadığı kadar çok polis, Toma aracı ve uzun namlulu silah bulunması, metro girişleri ve ana alışveriş yerlerindeki rutinleşmiş aramalar gibi tedirgin edici uygulamalar yer alıyor. Bununla birlikte resmi ya da sivil kıyafetli polislerden hangi birimin hangi alanda nelerden sorumlu olduğu ve neden orada bulunduğu bilgisine sahip olamamak da ayrı bir kafa karışıklığı ve tedirginlik nedeni olabiliyor. Bu tür tedirgin edici durumlarda, bir şikayet ya da bilgi edinme merciinin bulunmaması önemli bir eksiklik olarak gösteriliyor.
Farkındalık derecesi yüksek olan STK’lar, etraflarındaki kapatmaları, tutuklamaları ve gözaltıları kendi başlarına gelmiş ya da her an kendi başlarına da gelebilecekmiş gibi yaşıyor. Bu çerçeve, STK’ların önünde bugüne ve geleceğe yönelik çok sınırlı sayıda seçenek bırakıyor. Yaşanan motivasyon kaybının yanı sıra pek çok STK kendini kurumu kapatmak, “daha güvenli” olarak addedilen çalışma alanlarına yönelmek ya da aktivist bir mücadele yürütmek gibi seçenekler arasında tercih yapmak zorunda hissediyor. Sonuncusunun bedeli oldukça ağır olacağı için bu tercih daha çok içe kapanmak yönünde kullanılıyor.
Sivil Toplumun Güvenlik Kurum ve Politikalarıyla İlişkisi
Devletin güvenlik kurumlarının politikalarının yarattığı hissiyatlar farklı kesimler arasında değişkenlik gösteriyor. Buna rağmen ortaklaşan yaklaşımlardan da söz etmek mümkün.
Yaşanan güvenlik meselelerini ikiye ayırabiliriz. İlki olağanüstü hal durumu, ikincisi ise darbe teşebbüsü ve olağanüstü hal öncesine uzanan iç, dış ve ulusal güvenliğin bölgedeki, özellikle Suriye’deki gelişmeler nedeniyle iç içe geçtiği ve devlet dışı silahlı grupların Türkiye’de eylemler düzenlediği güvenlik krizi durumu. Tüm bu güvenlik krizi süreçlerinin yerele ve İstanbul’da özellikle Beyoğlu bölgesine etkileri yadsınamaz seviyede. Buna rağmen görüşülen STK’lardan bu güvenlik krizi dönemlerinde güvenlik kurumlarının kendileriyle herhangi bir işbirliği ya da iletişim kurma girişiminde bulunup bulunmadığına yönelik soruya olumlu yanıt alınamadı. Özellikle sosyal hizmet, çocuk ve eğitim gibi güvenlik adına en çok ihtiyaç duyulabilecek alanlarda bir işbirliğinin söz konusu olmadığı anlaşıldı. Buradan hareketle devlet ve özellikle güvenlik kurumları için bu alanlarda faaliyet gösteren STK’ların görünmez olduğu ya da dikkate almaya değmediği yönünde bir tespit yapmak mümkün.
Yerel STK’ların bazıları kamuyla diyalog kurmakta sorun yaşamasa da işbirliği yapılmaya yanaşılmadığını söyledi. Örneğin bir güvenlik meselesi olarak ele alınabilecek, Tarlabaşı’ndaki uyuşturucu problemine yönelik işbirliği kurmak isteyen bir STK’nın, başvurduğu yetkili merciden ret cevabı aldığı öğrenildi. LGBTİ derneklerinden biriyle yaptığımız görüşmede korunma tedbiri için güvenlik kurumlarıyla iletişim kurduklarında “Biz sizi koruyamayız” yönünde yanıt aldıklarını belirttiler.
Pek çok görüşmeci, olağanüstü hal döneminde idari kurumların ya da yargı ve güvenlik kurumlarının geniş ve kimi zaman esnek ya da keyfi bir şekilde inisiyatif kullanarak aldığı önlemlerden şikayetçi. Olağanüstü hal sürecinde darbe girişimine zemin hazırlayan dinamiklerle mücadele edilmesi gerektiği, güvensizlik hissiyatını büyütmenin bu dinamiklerle mücadeleye zarar vereceği ve daha riskli ve tehlikeli dinamikler yaratacağı belirtiliyor. Bu noktada Türkiye’deki olağanüstü hal uygulamalarıyla Fransa’dakiler arasında büyük farklar bulunduğunu, Türkiye’deki sert uygulamaları dengeleyecek mekanizmaların yeterince güçlü olmadığını dile getirildi.
Güvenlik politikalarının büyük ölçüde sonuç üzerinden uygulandığı ve yeterince önleyici politika bulunmadığı; anlık ve güncel tepkiler verildiği de düşünülüyor. Güvenliğin farklı yöntemlerle de sağlanabileceğini öne sürenler arasında, Tarlabaşı ve Okmeydanı gibi mahalle ve komşuluk ilişkilerinin var olduğu bölgelerde çalışanlar yer alıyor. Bu kişilere göre dayanışma ve komşuluk kültürü aracılığıyla yakın ve samimi bir güvenlik ağı oluşturulması ve insanların birbirleriyle ilişki kurmasıyla Beyoğlu’nun daha güvenli bir semt haline getirilmesi mümkün. Bu potansiyelin güvenlik politikaları yoluyla engellendiğine inanıyorlar. Örneğin bir görüşmeciye göre Tarlabaşı’nın suç, uyuşturucu ve hırsızlıkla ilişkilendirilerek “güvenliksizleştirilmesi”, semtteki binaların yıkımı ve kentsel dönüşüme yönelik politikaların bir parçası. Bir diğer görüşmeci ise güvenlik yönetiminin insan unsuru dışarıda bırakılarak işletildiğini fakat korkuların ve güvensizliklerin önüne geçilebilmesi için insan insana bir ilişki kurulmasının şart olduğunu belirtti.
STK’ların güvenlik kurumlarına ve politikalarına yaklaşımına dair genel tespitler dışında, STK’lar ve güvenlik politikaları konusunda yaşanan sorunları üç başlık altında ele alabiliriz: katılım, bilgi paylaşımı ve güven ve meşruiyet ilişkisi.
STK'ların Güvenlik Politikalarına Katılımı
Yapılan görüşmelerde, STK’larda geliştirilen uzmanlıklardan devletin yararlanamadığına, STK’lardan devlete geçişlerin son derece sınırlı olduğuna ve bu durumun iki yapı arasındaki ilişkinin derinleşmesi önünde bir engel teşkil ettiğine ilişkin görüşlere sıklıkla yer verildi. Eğitim, kadın ya da Suriyeli göçmenler alanında çalışan STK’larda bir parça daha yoğun olduğu görülebilen bu ilişki biçiminin, güvenlik meselesi söz konusu olduğunda neredeyse sıfırlandığında hemen herkes hemfikir.
STK’ların güvenlik politikalarına yerel yönetimler üzerinden katılması, sıklıkla dile getirilen öneriler arasındaydı. Yerel yönetimlerin güvenlik politikalarıyla ilgili daha fazla söz sahibi olması gerektiğine dair ortak bir görüşten bahsetmek mümkün. Yerel yönetimlerin merkezi iktidar karşısındaki pek çok açıdan zayıf konumlarının güçlendirilmesiyle, STK’ların yerel yönetimlerle daha rahat ilişki kurabileceği ve bu durumun STK’ların rollerini olumlu anlamda etkileyebileceği düşünülüyor. Çünkü STK’lar farklı partilerden yerel yönetimlerle uyum ve yakın bir ilişki içerisinde çalışabilirken, merkezi devlet kurumları tarafından dışlanabiliyor. STK’ların bir yerlerin “uzantısı” gibi görülmesi burada da söz konusu ve bu negatif ilişkinin kriz zamanlarında ihtiyaç duyulan işbirliğini kötü yönde etkilediğinin altı çiziliyor.
Bilgi Paylaşımı
Görüşülen kişiler genel olarak devlet kurumlarının oldukça belirsiz, muğlak ve bilgi vermeden çalışma gibi bir eğilim içerisinde olduğundan bahsediyor. Güvenlik kurumlarının ya da yerel yönetimlerin bilgi vermeme ve bilgiyi kendilerine saklama eğilimi, güven ilişkisi oluşturmada ters etki yapan bir faktör olarak algılanıyor. Polisin vatandaşla sıradan konularda dahi bir “hiyerarşi” kurarak, “eşit olmayan” bir ilişkiye girdiği ve bu durumun da güven ilişkisini olumsuz yönde etkilediği söylenebilir.
Bilgi paylaşımı ile ilgili verilebilecek en somut örnek, İstiklal Caddesi’nde yapılan değişikliklerle ilgili İstiklal Caddesi’ndeki STK’ların görüşlerinin alınmaması veya yapılacak değişikliklere dair bilgi paylaşımında bulunulmaması. En basit anlamda hangi yolların kapatılarak kullanılamaz hale getirileceği ya da hangi güvenlik önlemlerinin alınacağı ve bunların STK çalışanlarını ve faydalanıcılarını nasıl etkileyeceğine dair bir iletişim mekanizmasının işlemediği yönünde eleştiriler mevcut.
Mücadele edilen güvenlik risk ve tehditlerine ya da bunlara karşılık alınacak önlemlere dair de devlet tarafından yeterli ve gerçeği olabildiğince aydınlatan nitelikte bir bilgilendirmenin yapılmadığı ifade ediliyor. Gündelik uygulamalardan olumsuz yönde etkilenebilecek sivil kişilerin ya da sivil hayatın yeterince önemsenmediği bir yönetim anlayışı eleştirisi hakim. Buradan hareketle sivil toplum alanının dikkate alındığını ve sivil topluma duyarlılık gösterildiğini sergileyen “niteliksel” bir bilgilendirme mekanizmasının önemli olduğu sonucuna varmak mümkün.
Sivil alanda faaliyet gösteren kurumlar da kişiler de devlet kurumlarının bilgi paylaşmamasından ve iş yaparken kamuoyuna açık bir tutum sergilememesinden yakınıyor. Bu noktada birçok kişi, özellikle kriz zamanlarında başvurulabilecekleri devlet-dışı aktörlerin ve ihtiyaç duyulan gözetim, izleme ve denetimi kamuoyu adına üstlenebilecek köklü ve uzman demokratik kurumların bulunmayışından şikayetçi. Türkiye’de demokrasi ve güvenlik alanında faaliyet gösteren sivil düşünce kuruluşlarının yeterli işleve ve güce sahip olmadığı gibi bir algı da söz konusu. STK’ların bir yerlerin “uzantısı” gibi görülmesi ve bunun sonucu olarak kurulan negatif ilişkinin kriz zamanlarında ihtiyaç duyulan işbirliğini kötü yönde etkilediğinin altı çiziliyor.
Güven ve Meşruiyet
STK’larla yapılan görüşmeler, devletin güvenlikten sorumlu kurumlarına risk ve tehditleri analiz etme ve yönetme biçiminde yeterli güven duyulmadığını gösteriyor. Bunun yanı sıra güvenlik politikalarına ve bu politikaların uygulayıcılarına yönelik yetki, hukukilik, geçerlilik ve kapsayıcılık (tarafsızlık ve eşitlik) konularında da soru işaretleri var. Örneğin sahadaki polislerin neyi neden yaptığını çok iyi biliyormuş gibi görünmedikleri ve uygulamalarda “profesyonellikten uzak”, “kafa karıştırıcı”, “zaman zaman ciddiyetsiz” ve “sistematiği olmayan” bir görüntü sergileyebildikleri belirtiliyor. Polislerin ve güvenlik aktörlerinin yaptıkları işe uygun bir eğitime ve donanıma sahip olmadıkları kanısı önemli bir yaygınlığa sahip.
Hükümetin “güvenlik bahanesiyle” sokakta tam bir kontrol sağladığını ve gücünü isteği dışındaki en ufak bir eyleme izin vermeme yönünde kullandığını düşünenler de var. Kimileri bu durumu, Taksim’in daha öncesinde Gezi eylemlerinin merkezi olmasıyla ilişkilendirebiliyor. Benzer şekilde bazıları da, yeni güvenlik yönetimi anlayışının tam da bu nedenle ve “fırsattan istifade ederek” bir daha Gezi gibi bir olayın yaşanmamasına dönük olarak “kullanıldığını” düşünüyor.
Güvenlik yönetiminin sokaktaki en görünür bileşeni olan polisler, tam anlamıyla toplumdan yana ya da toplumla aynı safta olarak algılanmıyor. Daha ziyade devleti topluma karşı korumaya çalışan, toplumun geneline şüpheyle bakan ve “güven vermeyen” bir güç olarak görülebiliyor ve bu algının olağanüstü hal dönemiyle iyice pekiştiği dile getiriliyor. Uluslararası fon sağlayan kurumların yerel uzantısı gibi görülen STK’lara karşı ise ekstra güvensiz bir yaklaşımın söz konusu olduğu ve bu sivil toplum kurumların itibarsızlaştırıldığı dile getiriliyor.
Pek çok görüşmeci daha güvenli bir ortam için polise destek verebileceğinden, ancak polisin tavırlarıyla insanları kendisinden uzaklaştırdığından söz ediyor. Sokakta ”gereksiz yere erken alınan” tedbirlerin hayatın geri kalanı üzerindeki etkilerinin neredeyse hiç umursanmadığına dikkat çekiliyor. Bunun sonucunda bireylerin hayatını ve beklentilerini koruma altına alması gerekirken bunları “yeterince” önemsemeyen bir polisle işbirliği yapma isteğinin de azaldığı ifade ediliyor. Durumun gerektirdiği güvenlik ihtiyacının çok üzerinde, “aşırı” önlemler alınmasının hayatı olumsuz etkilediğinden yakınılıyor. Olağanüstü hal dönemlerindeki önleyici uygulamaların herkesi “olağan şüpheli” haline getirdiği ve bu durumun genel güvenliğin sağlanması üzerinde de çok olumsuz bir tesirinin olduğu belirtiliyor.
Alınan güvenlik önlemlerinin bugün işe yarasa bile geçici bir durum yarattığına ve bu uygulamalarla kalıcı bir güvenlik ortamı oluşturulmasının mümkün olmadığına inananlar var.
STK’lar ile Kamu ve Güvenlik Kurumları İlişkilerini Güçlendirmek için Neler Yapılabilir?
Türkiye’de özellikle 2015’ten sonra toplum nezdinde yükselen güvenlik endişelerine ve yürürlüğe giren güvenlik uygulamalarına dair sivil toplum mensuplarının görüşleri ve bu dönemde kendilerini nasıl konumlandırdıkları hakkında literatüre ve saha çalışmasına dayalı izlenimlerimizi paylaştık. OHAL süreçlerinde STK’ların asıl görevinin demokrasinin kalıcı hasarlar almasının önüne geçmeye çalışmak olması gerekirken, bu dönemde pek çok STK’nın içe kapandığını ve bu alanda çalışmaktan endişe ettiğini gözlemliyoruz. Buradan hareketle içinde bulunduğumuz OHAL’in sonlandığı ve sivil toplum ve devlet ilişkilerinde normalleşmeye geçişin başlaması gereken bu dönem için STK’lara ve güvenlik kurumlarına yönelik önerilerimizi aşağıda sıralıyoruz:
STK’larda pozitif gündem ihtiyacı
Sivil toplumun karar alıcılar ve politikalar üzerindeki etkilerini ve politika yapım süreçlerindeki rol ve işlevini normatif düzeyde ve geniş ölçüde tartışmaya ihtiyaç var. Özellikle son yıllarda kendi mikro çalışma alanlarına kapanma eğilimi gösteren sivil toplum kurumlarının, Türkiye’nin makro sorun alanlarının çözümüne bütüncül bir yaklaşımla ve diğer sivil toplum kurumlarıyla iş birliği yaparak katkı sunabilmeleri önem taşıyor.
Bu kapsamda hem sivil toplum kuruşlarıyla hem de kamuyla birlikte çalışma pratikleri geliştirilmesi gerekiyor. STK’lar, güvenlik yönetimine ilişkin pozitif gündem yaratmak amacıyla kendi katkılarını “kazan-kazan” stratejisiyle birlikte yeniden düşünebilir. Böylece bu dönemde yaşadıkları güvenlik endişelerini bertaraf edebilir, varlık nedenlerini açıkça ortaya koyabilir, devletin onları yabancılaştırıp kenara itmesini ve baskılamasını engelleyebilir ve nihayetinde de toplumun güvenliğine katkıda bulunabilirler.
Farklı görüşlere sahip ve farklı kesimlerden sivil toplum kesimlerinin güvenlik tehditlerinin ortadan kaldırılmasına yönelik çalışmalara katılabilmesi için uygun ortamın yaratılması, bu tehditlerinin bütün toplumu ilgilendirdiği ve önlemlerin toplum için alındığı söylemini güçlendirir.
STK’ların kendi çevrelerine ve faydalanıcılarına olan erişimi, yakınlığı ve onlarla etkileşimde kendini özgürce ifade etme ve eşit diyalog kurma gibi prensipler benimsemesi toplumsal güvenin tesisi için önemli. Bu anlamda özellikle sosyal alanlarda çalışan STK’lar, faydalanıcılarının ve onların çevresindekilerin güvenliğinin sağlanmasına katkı sunabilir. Toplumun daha güvensiz olan kesimlerine ulaşırken onların sorun ve ihtiyaçlarına kamudan daha hızlı ve etkin bir şekilde müdahale edebilir; güvenlik önlemlerinden ve güvenlik kurumlarından duyulan endişenin önüne geçebilirler. Bu nedenle kamu kurumlarıyla ilişki ve iletişim halinde olmak önemli. Yereldeki kamu kurumlarını (kaymakam, belediye, okul, cami, muhtar, emniyet vb.) harekete geçirerek bu işbirliğinin yolunu açmaları mümkün.
Bilgi asimetrisini aşmak
Sivil toplum ile devlet arasındaki güvenlik konularına ilişkin bilgi asimetrisini aşmak ve geleceğe yönelik düşünmek gerekiyor. Sivil toplum faaliyetleri ve akademik çalışmalar nihai olarak güvenlik siyasetini ve kurumlarını değiştirip dönüştürmek hedefi taşıyorlarsa, bu alanlardaki uzmanların bu kurumları daha iyi tanıması ve veri bazlı çalışmalar yürüterek bu alanda güvenilirlik kazanması şart. Özellikle 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında bu kurumlardaki değişimler ve yoğun işe alımlar göz önünde bulundurulduğunda, bu alana yönelik nitelikli çalışmaların arttırılması önem taşıyor.
Meşruiyet temelli güvenlik-vatandaş ilişkisi
Güvenlik güçlerinin çalışmalarını tek taraflı ve kendisini toplumdan soyutlayarak yürütmesi, özellikle güvenlik tedbirlerinin yüksek olduğu bölgelerde önemli bir sorun oluşturuyor. Güvenlik güçlerinin toplum nezdinde meşruiyetinin sağlanması için nitelikli bir güven ilişkisinin kurulması şart.
Toplumsal olarak karşı karşıya kaldığımız güvenlik risklerinin kim tarafından, neye göre ve nasıl belirlendiği hususlarının fazlasıyla karanlıkta kaldığı anlaşılıyor. Bu süreçlerin siyasi değerlendirmelerden ötürü eksik ya da farklı yorumlandığını ve yanlış çıkarımlara dayalı uygulamaların hayata geçirildiğini görebiliyoruz. Güvenlik kurumlarının bu şüpheleri ortadan kaldırarak toplumun güvenini kazanması ve nitelikli iş yapması önemli. Çünkü ancak bu güveni tesis ettikten sonra kamuoyuyla işbirliği için uygun bir zemin oluşturabilir. Güvenlik uygulayıcılarının toplumsal rızanın oluşmasına katkı sunabileceklerinin, hatta sunmaları gerektiğinin bilinciyle hareket etmelerinin toplumsal güvenliğe faydası büyüktür.
Güvenlik politikalarını belirlerken katılımcılık, bilgilendirme ve paylaşım
Sivil toplumun güvenlik politikalarına ve uygulamalarına aktif katılımının sağlanabilmesi için güvenlik kurumlarının uygun koşulları yaratması, etkin sivil yönetim ve gözetim mekanizmalarının mevcut ve işler olması, bireylerin, toplulukların ve devletin güvende olmasını sağlayacak kapasitede ve etkinlikte güvenlik birimlerinin oluşturulması elzem.
Güvenlik önlemlerini sahada uygulayan görevlilerin toplumun farklı kesimleriyle yapıcı ve güven-üretici bir ilişki içerisinde hareket edebilmelerini ve insanları “olağan şüpheli” haline getirmeden çalışabilmelerini sağlamak için özel eğitimler verilebilir ve normal zamanlardakinden farklı ve daha yakın bir halkla ilişkiler stratejisi benimsenebilir. Böylelikle özellikle yoğun güvenlik sorunlarının yaşandığı dönemlerde devlet kurumlarıyla halkın uzak düşmesinin önüne geçilebilir.
Yerel düzeyde hangi güvenlik görevlilerinin nelerden sorumlu olduğu, ne tür önlemlerin alındığı, ne kadar süreyle ve nasıl bir yaklaşımla işlerin yoluna koyulacağı gibi konularda kafa karışıklıklarının şeffaf ve etkin bir iletişim kanalıyla giderileceği mekanizmaların oluşturulması ve bu mekanizmalarda sivil toplum temsilcilerinin yer alması gibi yeni fikirleri gündeme getirecek tartışmalar yürütülebilir.
Güvenlik uygulayıcılarının toplumla herhangi bir hiyerarşi kurmadan ilişkilenebilmesi, azami bilgi paylaşımından çekinmeyen bir tavır içerisinde hareket ederek esas amacın toplumun güvenliğini sağlamak olduğu hissini topluma geçirebilmesi, tarafsız ve eşitliğe dayalı bir güvenlik anlayışının sahaya yansıtılması önemli.
Bu tür zamanlarda karşılaşılabilen görevi kötüye kullanma durumlarının ve kötü uygulamaların en aza indirilebilmesi için iyi işleyen ve güven veren şikayet mekanizmaları oluşturulabilir, mevcut yapılar kriz zamanlarında geçici olarak daha hızlı ve dinamik işler hale getirilebilir ve sonuç raporları açıklıkla kamuoyuyla paylaşılabilir.
Sosyal medyayı kriminalize etmeye yönelik kullanmak yerine, özellikle kriz zamanlarında kaybolan güvenlik hissinin geri kazanılması, kişisel güvensizliğin azaltılması, acil bilgi paylaşımı ve dayanışma ihtiyacının giderilmesi anlamında kritik önem taşıdığının benimsenmesi önemli. Sosyal medyanın sivil toplumla işbirliği kurmak için elverişli ve pozitif bir kanal olarak görüldüğü mesajının devlet kurumları tarafından verilmesi gerekiyor.
Güvenlik alanında çalışan kamu görevlileri uluslararası standartları, evrensel hukuk normlarını ve demokratik ilkeleri tanıdıklarını garanti edip ve bu anlamda STK’ların ulusal ve uluslararası toplum arasındaki bağı kurmada önemli bir işleve sahip olabileceğini, eksik bilgi ihtiyacının karşılanmasına katkı sunabileceğini düşünerek hareket edebilir.
Kırılgan, korunaksız ve dezavantajlı grupların, özellikle kadınlar, çocuklar, engelliller ve azınlık gruplarının, güvenlik politikaları nedeniyle uğrayabilecekleri zararlar ve oluşabilecek diğer sorunlardan korunmalarında STK’larla birlikte gündem geliştirilebilir.
OHAL süreçlerinin dünyanın her yerinde demokratik yönetimler ve toplumlar üzerinde baskı yarattığı göz önünde bulundurularak, temel hak ve özgürlüklere duyarlı bir yönetim sergilenebilir. Bu sürecin kötü yönetilmesinin toplumdaki görüş ayrılıklarını derinleştirebileceğinin ve demokratik süreçlere zarar verebilecek düzeyde toplumsal kutuplaşmaların oluşmasına neden olabileceğinin mutlaka dikkate alınması ve bu yönde izlenecek tedbir politikalarında sivil meşruiyetin sağlanması için etkin iletişim mekanizmalarının ve dolayısıyla güven ortamının yaratılması önem arz ediyor.
Kaynakça
Ball, N. (2006), ‘Civil Society, Good Governance and the Security Sector’, içinde, M.Caparini, P. Fluri ve F.Molnar (der.), Civil Society and the Security Sector: Concepts and Practices in New Democracies, Berlin: Verlag.
Hahn-Fuhr, I. ve Worschech, S. (2014), ‘External Democracy promotion and Divided Civil Society’ ,içinde, T. Beichelt vd. (der.) Civil Society and Democracy Promotion: Challenges to Democracy in the 21th Century, Palgrave Macmillan.
Bob, C. (2011), ‘Civil and Uncivil Society’ ,içinde, M. Edwards (der.), The Oxford Handbook of Civil Society, Oxford: Oxford University Press.
Caparini, M. ve Fluri, P. (2006), ‘Civil Society Actors in Defense and Security Affairs’ ,içinde, M.Caparini, P. Fluri ve F.Molnar (der.), Civil Society and the Security Sector: Concepts and Practices in New Democracies, Berlin: Verlag.
Caparini, M. ve Cole, E. (2008), ‘The Case for Public Oversight of Security Sector’ ,içinde, E.Cole, K. Eppert ve K. Kinzelbach, Public Oversight of the Security Sector, UNDP.
Cohen, J.L. ve Arato, A. (1994), Civil Society and Political Theory, Boston: The MIT University Press.
Cohen, S. H. ve Feldberg, M. (1991), Power and Restraint, Westport: Praeger.
Colaresi, M.P. (2014), Democracy Declassified: The Security Dilemma in National Security,Oxford: Oxford University Press.
Derian, J. (1995), ‘The Value of Security: Hobbes, Marx, Nietzsche ve Baudrillard’ ,içinde,
R.D.Lipschutz (der.), On Security, New York: Columbia University Press.
Edwards, M. (2008), Civil Society, Cambridge: Polity.
Forman, J.M. (2006), ‘Security Sector Reform: What Role for Civil Society?’ ,içinde, M.Caparini,
P. Fluri ve F.Molnar (der.), Civil Society and the Security Sector: Concepts and Practices in New Democracies, Berlin: Verlag.
Goldsmith, A. (2005), ‘Police Reform and the Problem of Trust’, Theoretical Criminology, 9 (4): 443-470.
Goldsmith, A. (2001), ‘An Impotent Conceit: Law, Culture and the Regulation of Police Violence’ ,içinde, T.Coady vd. (der.), Violence and Police Culture, Melbourne University Press.
Ignatieff, M. (2004), The Lesser Evil: Political Ethics in an Age of Terror, Princeton: Princeton University Press.
Johnston, L. ve Shearing, C. (2003), Governing Security: Explorations in policing and justice, Londra: Routledge.
Keane, J. (2010), Şiddet ve Demokrasi, çev: Meral Üst, Ankara: İmge Yayınları.
Keyman, F.E. (2006), Türkiye’de Sivil Toplumun Serüveni: İmkansızlıklar İçinde Bir Vaha, STGM Yayınları.
Koca, A. E. (2015), Düzen ve Kargaşa Arasında: Toplumsal Eylem Polisliği, Polis Açısından Gezi Olayları, Ankara: Atıf Yayınları.
OECD, (2004), Security System and Good Governance:Policy and Good Practice, Policy Brief, http://www.oecd.org/dataoecd/20/47/31642508.pdf.
O’Neill, O. (2002), A Question of Trust, Cambridge University Press.
Pearce, J. (2011), ‘Civil Society and Peace’ ,içinde, M. Edwards (der.), The Oxford Handbook of Civil Society, Oxford: Oxford University Press.
Rosenblum, N.C. ve Lesch, C.H. (2011), ‘Civil Society and Government’ ,içinde, M. Edwards (der.), The Oxford Handbook of Civil Society, Oxford: Oxford University Press.
Sidel, M. (2011), ‘Civil Society and Civil Liberties’ ,içinde, M. Edwards (der.), The Oxford Handbook of Civil Society, Oxford: Oxford University Press.
Solomon, R.C. ve Flores, F. (2001), Building Trust, Oxford University Press.
Van Tuijl, P. () ‘Civil Society and the Power to Build Peaceful and Inclusiveness Societies’ ,içinde, D.Cortright, M.Greenberg ve L.Stone (der.), Civil Society, Peace and Power, New York: Rowman&Littlefield.
Warren, M.E. (2011), ‘Civil Society and Democracy’ ,içinde, M. Edwards (der.), The Oxford Handbook of Civil Society, Oxford: Oxford University Press.