İÇİNDEKİLER

Önsöz

Kamusal Politika ve Demokrasi Çalışmaları Derneği (PODEM), toplumun farklı kesimlerinin 15 Temmuz darbe girişimi ve sonrasında yaşanan gelişmelere nasıl baktığını anlamayı hedefleyen projesi çerçevesinde Diyarbakır’da bir araştırma gerçekleştirdi. Araştırmanın amacı, Türkiye’de son dönemde yaşanan sosyal ve siyasal hadiseleri Kürtlerin gözünden değerlendirmek, taleplerini belirlemek ve bu talepleri karşılayacak somut politika önerilerine ulaşmaktı.

Diyarbakır’da gerçekleştirilen araştırma iki aşamadan oluştu. İlk olarak Ocak 2017’de bir saha çalışması yapıldı. Sonrasında Şubat 2017’de bir çalıştay düzenlendi. Saha çalışmasında siyasi aktörler, sivil toplum kuruluşu temsilcileri, kanaat önderleri ve akademisyenler ile derinlemesine mülakatlar gerçekleştirildi ve bir grup toplantısı yapıldı. Çalıştayda ise Türkiye’de son dönemde gerçekleşen sosyal ve siyasal gelişmelere farklı perspektiflerden yaklaşan aktörlerin bir araya gelmesi sağlandı. Otuza yakın kişinin katıldığı bu çalıştayda sivil toplum örgütü temsilcileri, iş insanları, akademisyenler ve avukatlar yer aldı.

15 Temmuz darbe girişiminden 16 Nisan referandumuna uzanan süreçte Diyarbakır ve bölgenin ruh haline odaklanan bu çalışmadan elde edilen çıktıları birkaç noktada toplamak mümkün:

  • Diyarbakır ve çevresi şehir savaşlarının ardından yeniden toparlanmaya çalışıyor. Sur ilçesinde çatışmaların yarattığı yıkımın etkileri devam ediyor. Meydana gelen tahribatın yanı sıra sosyal ve ekonomik sorunların aşılması ve şehirde hayatın normal seyrine döndürülmesi öncelikli gündem maddelerini oluşturuyor.
  • Halk çatışmalardan sorumlu tuttuğu PKK ve HDP ile arasındaki mesafeyi korurken onların yaptığı eylem çağrılarına olumlu bir cevap vermiyor. Güvenlik önlemleriyle devlet bölgede etkisini artırırken PKK’nın kabuğuna çekildiği görülüyor. PKK dışında kalan bütün gruplar, şiddetin çözüm olmadığını, çatışma döneminde maddi ve manevi en büyük hasarı yaşayan kesimin yine Kürt halkı olduğunu yüksek sesle dile getiriyor. PKK’nın uygun hukuki koşullar yaratılması ile Türkiye’de silahlı mücadeleyi bitirmesi gerektiği belirtiliyor.
  • 15 Temmuz darbe girişiminin bastırılması genel olarak olumlu karşılanıyor. Hükümetin darbeye anında tepki göstermesi, Cumhurbaşkanının darbecilere karşı halkı sokağa çağırması ve halkın vermiş olduğu destek takdir ediliyor. HDP tabanında ise parçalı bir görünüm var. Ağırlıklı bir kesim darbenin gerçekliğinden şüphe ederken, 15 Temmuz’u darbe olarak nitelendiren ve HDP’nin daha etkili davranması gerektiğini belirtenler azınlıkta kalıyor. Genel olarak darbe öncesi ve sonrasına dair soru işaretlerinin ortadan kaldırılması ve darbenin bütün boyutlarıyla aydınlatılması gerektiğini düşünüyorlar.
  • OHAL ile birlikte Diyarbakır’da birçok dernek ve vakfın kapatılmasıyla sivil toplum büyük ölçüde etkisiz hale geldi. Genel olarak bölgede bir korku ikliminin hâkim olduğu belirtiliyor. Kürtler darbe girişiminin engellenmesinin Türkiye’de toplumsal uzlaşıyı sağlamak adına önemli bir fırsat sunduğu ancak bu fırsatın iyi kullanılamadığı görüşünde. Bunun yanı sıra iktidarın kendisine muhalif olarak gördüğü kesimleri sindirmeye çalıştığı ve darbe sonrası dönemin hükümet tarafından kötü yönetildiğine ilişkin bir konsensüs mevcut.
  • Referandum sürecinde AKP’nin MHP ile ortaklığı, AKP’li Kürtlerde bile burukluk yaratıyor. AKP’li Kürtler MHP ortaklığını zorunlulukla açıklıyorlar. Diğer Kürtler ise anayasa değişiklik sürecinden dışlandıklarını düşünüyor. Başkanlık sistemine yaklaşımlarında, HDP’yi destekleyen Kürtler dışında mutlak karşıtlık dile getiren bir Kürt kesimin olmadığını söyleyebiliriz.
  • Kürtler kendileri için önemli ve belirleyici olanın Kürt meselesinin çözümüne yönelik adımlar olduğunu ve Kürtlerin, başkanlık veya bir başka hükümet sistemini bu açıdan değerlendirdiklerini belirtiyorlar.
  • Kürtlerin birçoğunun PKK’ya olan tepkisi ile iktidarın güvenlik politikaları arasında sıkışmış olduğu ve sandığa gitmeyebileceği belirtiliyor. “Evet” demenin iktidarın tasvip etmedikleri mevcut siyasetine ve OHAL dönemindeki uygulamalara onay olarak okunması ihtimali birçok Kürt için önemli bir sorun. “Hayır” oyunun da PKK ve HDP tarafından kötüye kullanılabileceği düşüncesi yine birçok Kürdü endişelendiriyor.
  • Kürtler halka sunulan anayasa değişikliği ile Kürt ve Alevi meselesi gibi önemli toplumsal sorunların çözüme kavuşacağına inanmıyor. Önerilen anayasa paketi yerine kültürel hak ve kimlikleri tanıyan yeni bir anayasa yapılması gerektiği görüşü hakim. Kürt meselesinin çözümü için yeni bir siyasi sürece ihtiyaç olduğu ve bitmesine rağmen çözüm sürecinin çok değerli bir deneyim olduğu vurgulanıyor.

Çalışmanın Amacı

PODEM, toplumun farklı kesimlerinin 15 Temmuz darbe girişimine ve sonrasında yaşanan gelişmelere nasıl baktığını anlamayı hedefleyen “Türkiye’de Toplumsal Barış” başlıklı çalışması kapsamında Diyarbakır’da bir araştırma gerçekleştirdi. Araştırmanın amacı, Türkiye’de son dönemde yaşanan sosyal ve siyasal hadiseleri Kürtlerin gözünden değerlendirmek, talepleri belirlemek ve bu talepleri karşılayacak somut politika önerilerine ulaşmaktı.

Diyarbakır araştırması iki aşamada gerçekleştirildi. Önce Ocak 2017’de bir saha çalışması yapıldı. Sonra Şubat 2017’de bir çalıştay düzenlendi. Saha çalışmasında siyasiler, sivil toplum kuruluşu temsilcileri, kanaat önderleri ve akademisyenler ile toplamda 8 derinlemesine mülakat gerçekleştirildi ve 12 kişinin katılımıyla bir grup toplantısı yapıldı. Çalıştayda ise Türkiye’de son dönemde gerçekleşen sosyal ve siyasal gelişmelere farklı perspektiflerden yaklaşan aktörlerin tartışması sağlandı. Toplamda 24 kişinin katılımıyla gerçekleştirilen çalıştaya sivil toplum örgütleri temsilcileri, iş insanları, akademisyenler ve avukatlar katıldı. Elinizdeki rapor, bu saha çalışması ve çalıştaydan elde edilen verilere dayanarak hazırlandı.

Birinci Bölüm

15 Temmuz’un anlamı

Kürtler arasında 15 Temmuz’un ne olup ne olmadığı noktasında iki farklı eğilimin olduğu söylenebilir:

HDP ve HDP’ye yakın kesimlerde 15 Temmuz’a dair üç yaklaşım öne çıkıyor: Birincisi, 15 Temmuz’da gerçekte tam olarak nelerin yaşandığının bilinmediğini söyleyenlerdir. Bu gruba göre, bazı veriler bir darbeye işaret etse de o geceye dair karanlıkta kalan birçok noktanın varlığı da gözden kaçırılmamalıdır. Bu grupta değerlendirilen kişiler, 15 Temmuz’dan sonra iktidarın her alana el attığı, bürokrasiyi hallaç pamuğu gibi kullandığı, başta yargı, emniyet, eğitim ve maliye olmak üzere bürokraside büyük çaplı bir temizliğe gidildiğini belirtiyorlar. Bu analizlerine ek olarak, iş dünyasına sert bir müdahalede bulunulduğu ve   birçok büyük şirketin tasfiye edildiğinden de bahsediyorlar.  Toplumda  birçok  grubun  – sanatçı ve futbolcuların bile – darbe soruşturmalarından nasibini aldığını ancak buna karşın darbe soruşturmalarının siyasete uzanamadığını, örneğin darbe girişimi gerekçesiyle tek bir siyasetçinin bile pozisyonunu kaybetmediğini vurguluyorlar. Bu durumların özellikle bu grup  için 15 Temmuz’u anlamayı da, tanımlamayı da güçleştirdiğini belirtebiliriz.

“15 Temmuz bir darbe girişimi midir? Bilmiyorum. O konuya girersek söylenecek çok şey buluruz.”

“Hala darbenin arka planı nasıldı, tam olarak neler oldu bilmiyoruz.”

İkincisi, 15 Temmuz’un bir kurgu olduğu yaklaşımıdır. Özellikle HDP’nin genç destekleyicileri arasında en yaygın düşünce budur. Kendi içerisinde ikiye ayrılan bu görüş içerisinde kimileri “darbe girişimi” olarak nitelenen olayın baştan sona siyasi iktidarın bir oyunu olduğunu düşünürken, kimilerine göre ise, AKP’nin darbeye dönük faaliyetlerden erken bir noktada haberi olmuş, bilerek müdahaleyi engellememiş, belli bir seviyeye gelmesine kontrollü bir şekilde izin vermiş ve sonra da sert bir biçimde bastırmayı tercih etmiştir. Her iki bakış da, AKP’nin gayesinin bir “demokrasi destanı” yaratarak gücünü tahkim etmek ve muhalifleri tasfiye edecek bir ortamı yaratmak olduğu iddiasındadır.

“AKP’nin darbeye hazırlıksız yakalandığı kanısında değilim. Darbeye ilişkin önceden haberdar olduğuna dair tereddütlerim var ve henüz hiç kimse bunu giderebilmiş değil. Ne zaman haberdar olunduğunu bilmem ancak iktidarın tamamen bilgisiz olduğunu sanmıyorum.”

“Darbe bekleniyordu bence. Şimdi bu listeleri falan görünce, hükümetin darbe sonrası için hazırlık yaptığı anlaşılıyor. O yüzden belki önce darbeye yol verildi ve sonra harekete geçildi. Yargıda ve orduda böyle bir temizliğe ihtiyaç vardı. Ama darbe olmasa bu temizliğin meşruiyeti olmayacaktı.”

“Darbeyi önceden engellemek AKP için arzu etikleri siyasi sonuçları doğurmayabilirdi. ‘Bir sahaya çıksınlar, onları orada ezelim’ düşüncesi baskın hale gelmiş olabilir.”

Üçüncü yaklaşım ise, 15 Temmuz’u gerçekten bir “darbe teşebbüsü” olarak görenlerdir. Bu yaklaşıma sahip görüşmecilere göre darbeye giden süreçte AKP birçok hata yapmış olsa da, bu darbe teşebbüsünün AKP’nin bir planı olduğunu göstermez. Bu yaklaşımı savunan kişilerin, Türkiye’de ordunun zaten tarihten gelen bir darbe yapma alışkanlığının olduğunu, bu duruma ek olarak da sadece ordu içinde değil, emniyet ve yargıda da ağırlıklı bir güce erişen FETÖ’nün, iç ve dış şartları da kendi lehinde yorumlayarak bir darbeye kalkıştığını düşündüklerini belirtebiliriz.

“Bizim tabanımızda parçalı bir ruh hali vardı. Bir tarafta benim gibi buna ‘darbe’ deyip sert bir şekilde karşı çıkmak gerektiğini söyleyenler bulunuyordu. Diğer tarafta ise ‘Bu Erdoğan’ın yeni bir oyunudur’ diyenler vardı.”

“Partinin bir kesimi – Erdoğan’a olan öfkelerinin büyüklüğü nedeniyle – darbeye doğrudan karşı çıkmak istemedi. Hatta Erdoğan’ın burnunun sürtülmesini isteyenler vardı.”

HDP destekçileri dışında kalan Kürtlerin büyük bir bölümü ise 15 Temmuz’u bir darbe olarak kabul ediyor. AKP taraftarları, 15 Temmuz’a yönelik şüphe içeren beyan ve tavırların, hem partilerine hem de darbeye direnen millete karşı büyük bir haksızlık içerdiğini düşünüyorlar. Onlara göre, 15 Temmuz üzerinde kuşku bulutları doğurmaya çalışanlar, darbenin bastırılmasından memnun olmayanlardır. Bu kişilere göre, AKP ile darbe arasında bağlantı kurulmasının ve darbenin AKP’nin eseri olduğunun söylenmesinin nedeni, bu kişilerin darbenin başarıya ulaşmamasından duydukları rahatsızlığı açıktan dillendirememeleridir.

“HDP’lilerin ‘Bu bir tiyatrodur’ demelerinin ardında aslında darbenin başarısız olmasından duydukları üzüntü var.”

HDP ve AKP’nin dışında kalan ve kendilerini HDP’den daha Kürdi/Kürdistani ve AKP’den daha Kürdi/İslami bir siyasi kimlikle tarif eden Kürt kesimleri de 15 Temmuz’un bir darbe girişimi olduğunu belirtiyorlar. Bununla birlikte 15 Temmuz’un önceki darbelerden siyasi ve toplumsal ortam anlamında son derece farklı olduğunun altını çiziyorlar. Bu kesimden kişiler, darbe girişimini büyük bir sürpriz olarak nitelendiriyorlar ve bu “Sürpriz” nitelemesini üç nedene dayandırıyorlar:

  • Darbeyi mümkün kılan bir toplumsal ortamın bulunmaması
  • Gülencilerin devletin içine bu kadar büyük bir oranda sızdığının tahmin edilememesi
  • Ordunun siyasi sistem içindeki gücünün kırıldığının düşünülmesi

Dolayısıyla, HDP ve AKP destekçileri dışında kalan bu kesimin bir darbeye teşebbüs edildiği haberi karşısında başlangıçta büyük bir şaşkınlık duyduklarını belirtebiliriz.

“Ordunun siyaset üzerinde hükmü kalmadı sanıyorduk. Ayrıca Gülen’in bu kadar yayıldığını da bilmiyorduk. Darbe sürpriz oldu bizler için.”

Darbe girişiminin bölgede Batı’daki kadar yoğun bir biçimde cereyan etmemesi üzerinde durulması gereken bir husus olarak öne çıkıyor. Zira görüşmeciler bu durumdan ötürü 15 Temmuz akşamında yaşananlara ilk etapta tam bir anlam verilemediğini belirtiyorlar. Ancak Başbakan Başbakan Binali Yıldırım’ın bir kalkışma ile karşı karşıya olunduğunu açıklaması, darbecilerin halkın üzerine ateş açması, Meclis’in ve Cumhurbaşkanlığı’nın bombalanması, köprülerin tutulması, İstanbul ve Ankara’da savaş uçakların alçak uçuş yapması gibi bilgiler kamuoyuna yansıyınca işin vahametinin anlaşıldığını söylüyorlar.

“Her saat farklı bir ruh hali vardı. İnsanın inanası gelmiyordu. Önce ‘teatral bir şov mu?’ diye düşündüm. Sonra işler ciddileşti.”

“Önce ne olduğu anlaşılamadı. Biraz beklemek lazım dedik. Ama sonra ortalık karışınca anladık ki ciddi bir durum var.”

“Ordu bütün olarak sokağa çıksa çok bir şey yapılamazdı.”

Darbe kalkışmasının püskürtülmesi

Türkiye’nin tarihinde birçok darbe var. 27 Mayıs’ta, 12 Mart’ta, 12 Eylül’de ordu doğrudan darbe yapmış, 28 Şubat’ta ise darbeyi dolaylı yollardan gerçekleştirmiştir. O dönemlerde hükümet eden siyasi liderler ise maruz kaldıkları darbelere karşı herhangi bir direnç göstermemişlerdi.

15 Temmuz’da farklı bir tablo ortaya çıktı. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan – seleflerinin aksine- darbeyi tanımadığını açıkladı ve halka darbecilere karşı harekete geçmesi çağrısında bulundu. Genel kanaat bu çağrının ve daha çağrı yapılmadan dahi halkın sokağa çıkmasının 15 Temmuz’un kaderinde belirleyici bir rol oynadığı  yönünde.  Görüşmecilere  göre, Erdoğan’ın yaptığı oldukça riskliydi. Çünkü eğer çağrı halkta bir karşılık bulmazsa, darbeciler sonuç alır ve Erdoğan iktidarını kaybederdi. Erdoğan bu riski üstlendi, halka seslendi, halk da onun sesine sahip çıkıp darbenin önünü kesti. Liderlik zor zamanlarda ortaya çıkardı, Erdoğan bu zor zamanda büyük liderlik gösterdi.

“Ölümünü göze aldı Erdoğan ve krizi çok iyi yönetti.”

“Erdoğan’ın verdiği tepki çok etkili oldu. Hükümetin zorlandığı bir dönemdi. Başbakan yeni değişmişti. İyi bir liderlik gösterdi. Sokağa çıkma çağrısı yapmasa her şey farklı olurdu.”

Halkın darbeye karşı sokaklara inmesi de Türkiye tarihinde bir ilkti. Geçmişte darbe yapıldığında halk evine çekilir, darbe ve darbe sonrası süreci sessizce izlemekle yetinirdi. Ancak bu kez halk evinde oturmadı, sokaklara çıktı ve darbecilere karşı mücadele etti.

Her ne kadar genel olarak “halk” deniliyorsa da, gerçekte darbeye yoğunluklu olarak AKP seçmenleri ve dindar-muhafazakâr taban reaksiyon gösterdi. Seküler kesimlerden gelen darbe itirazları, AKP ve dindar-muhafazakâr seçmenlere oranla çok cılız kaldı. Bölgedeki tablo da aynı minvaldeydi. Mesela Diyarbakır’da tepkisini sokakta gösterenler, AKP’liler ve HÜDAPAR’lılardı. Başlangıçta toplanma mekânı da AKP il binasının önüydü.

Sahadan edindiğimiz izlenimler çerçevesinde, AKP seçmenlerinin ve dindar-muhafazakâr seçmenlerin meydanlara çıkmasına iki tür tepki gösterildiğini belirtebiliriz: Biri, şaşkınlıktı. AKP taraftarlarını “biat” kavramı üzerinden değerlendiren  ve  onların  yüksek  bir  demokratik bilinç taşımadıklarını düşünenler, halktan böyle bir reaksiyon beklemiyorlardı. Dolayısıyla insanların darbeyi durdurmak adına ölümü göze alarak meydanlara çıkması onlar için son derece şaşırtıcı oldu.

“Erdoğan’ın sokağa çağrısı çok akıllıcaydı. Milletin sokağa çıkmasına bayağı şaşırdım.”

İkinci tepki ise, halkın darbe karşıtı tavrının normal görülmesiydi. Saha çalışmasında görüşülen AKP destekçilerinde yaygın olan bu görüşe göre dindar-muhafazakâr kitlenin darbeye  göğsünü siper etmesinin iki nedeni vardı: Birincisi, bu kitlenin belli bir demokratik gelişime uğramasıydı. İkincisi ise, bir darbenin bugüne kadar elde ettikleri bütün kazanımları ortadan kaldıracağı korkusuydu. Onbeş yılda kat edilen demokratik ve ekonomik mesafe, toplumun direnç düzeyini yükseltti ve insanların darbeye karşı ayağa kalkmalarını sağladı.

“Muhafazakârlar belli bir olgunluğa eriştiler. Sahip olduklarını kaybetme korkusu insanları sokağa çıkardı. Askerin iktidarına itiraz ettiler.”

“İnsanlar ‘eğer bu iş olursa, Erdoğan giderse biz biteriz’ duygusu ile sokağa çıktılar.”

Her iki gruptan (halkın sokağa inmesine şaşıranlar ve bunu beklenebilecek bir durum olarak niteleyenler) görüşmeciler de, ilk başlarda çok büyük bir tedirginlik yaşadıklarını belirtiyorlar. Darbecilerin halkın üzerine ateş açmasının, çok büyük bir kitlesel kıyım yaşanacağına dair büyük bir korku yarattığını söylüyorlar. Ama vakit geçtikçe darbecilerin güç kaybettiğinin görülmesi ve hükümetin durumu kontrol altına almasıyla, korkunun yerini umuda bıraktığını belirtiyorlar.

“Orduya karşı durmak bir kırılma noktasıdır. FETÖ’cü de olsa bu bir orduydu ve halk ona karşı durdu. Artık ordu darbe yapmaya niyeti olursa iki kere düşünmek zorunda kalır.”

Bazı görüşmeciler, halkın sokağa çıkmasına çok büyük bir anlam atfedilse de, darbenin önlenmesinde bunun sembolik bir değerinin olduğunun altını çizdiler. Onlara göre, halkın tepkisinin değerini teslim etmek gerekir. Ama darbenin başarısız kılınmasında asıl etken, halkın sokaklara çıkması değil, ordu ve emniyet içindeki darbe karşıtı güçlerin varlığı ve verdikleri mücadeleydi. Eğer darbe tam bir emir-komuta zinciri altında gerçekleşseydi, halk sokağa inse bile, ordu darbeyi gerçekleştirir, yönetimi ele geçirirdi.

“Emir-komuta içinde gerçekleşseydi, ordu halkı püskürtürdü. Ordu bütün olarak sokağa çıksa çok bir şey yapılamazdı.”

15 Temmuz’da HDP’nin duruşu

Kürtler arasında 15 Temmuz ile bağlantılı olarak en çok münakaşa edilen hususlardan biri, darbeye karşı siyasi aktörlerin, özellikle HDP’nin duruşudur. Görüşmeciler arasında, HDP’nin darbeye karşı iyi bir imtihan veremediği düşünülüyor ve herkes Türkiye’de başarılı olacak herhangi bir darbenin en büyük zararı yine Kürtlere vereceğini vurguluyor. Bu görüşe göre Kürtleri temsil etme iddiasını taşıyan herkes ve her parti, muhatabı ve failine bakmaksızın  her darbe girişimine karşı durmalıdır. Dolayısıyla 15 Temmuz’da HDP’nin yapması gereken, darbenin haberi çıkar çıkmaz pozisyonunu açık ve net bir şekilde açıklamasıydı.

Görüşmecilere göre, HDP, olması gerektiği gibi hareket etmedi. Uzunca bir süre sessiz kaldı. Bir “bekle-gör” siyaseti izledi. İlkesel bir tutum almak yerine, darbenin sonucuna göre bir   tavır belirlemeyi tercih etti. Ve ancak darbenin akamete uğradığı anlaşıldığında – o da darbe karşıtı tonu son derece düşük – bir basın açıklaması yapmakla yetindi.

Görüşmecilerin ısrarla öne çıkardıkları nokta ise HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın darbe gecesi darbeye ilişkin bir faaliyetin görülmediği Diyarbakır’da olması sebebiyle  rahatlıkla televizyonlara bağlanabilir ve halkın demokratik iradesine yapılmış bir gasp olarak gördükleri darbeyi asla kabul etmediklerini söyleyebilirdi. Böylece darbe sonrasında halk nezdinde çok güçlü bir siyasi pozisyon elde edebilecekken bunu yapmadı ve çok büyük bir fırsatı harcamış oldu.

“Herkesten önce keşke Demirtaş meydana çağırsaydı insanları. O zaman anayasanın da ortağı olurdu.”

Görüşmeciler, HDP’nin bu tavrının arkasında iki büyük neden olduğunu belirtiyorlar: İlki, HDP’nin otonom karar alabilecek bir yapısının olmamasıdır. Darbeye mutlak karşıtlık besleseydi dahi – ki öyle bir durum da yoktur – 15 Temmuz’da ne söyleneceğini HDP kendi başına belirleyemezdi. Karar, büyük bir ihtimalle, Avrupa ve Kandil’de şekillendi ve HDP’ye iletildi. HDP’nin rolü de bu kararı kamuoyuna duyurmakla sınırlıydı.

“HDP, darbeyi sessizce karşıladı. HDP, siyaseti kendi mekanizmaları içinde üretemiyor. Selahattin, gece 1’i neden bekliyor? HDP Genel Başkanlığı çıkıp tek bir laf etmiyor. Kandil’e endeksli oldukları için bekle-gör siyaseti izliyorlar. Ama bu refleksi vermeyince siyaset yapamıyorsun.”

“HDP, Kandil’in tavrını bekledi.”

“Saat 12’yi geçti halen HDP’den bir ses yok. Darbe başarılı olur diye düşünmüşlerdir herhalde. Oysa ne olursa olsun Kürtlerin karşı çıkması gerekirdi.”

“Siverek’te belediye iş makinalarını askeri garnizonun önüne çekmişti. Çok hoşuma gitti bu görüntü. Diyarbakır’da ise belediye kılını kıpırdatmadı. Oysa o da iki tane otobüsünü, iş makinasını askeriyenin önüne çekse her şey çok farklı olabilirdi.”

HDP’nin bu tavrının arkasındaki ikinci neden ise, HDP ve PKK’nin her gelişmeyi AKP ve Erdoğan karşıtlığı çerçevesinde ele almasıydı. HDP tabanının büyükçe bir bölümünde hissedilen Erdoğan’a dönük nefret ve öfke her türlü kötülüğün ve olumsuz gelişmenin müsebbibinin Erdoğan olarak görülmesine yol açıyordu. Bu itibarla HDP açısından Erdoğan’ın iktidarına son verecek darbe dâhil her türlü girişimin kabul edilebileceği veya en azından sessizlikle geçiştirilebileceği bir imkan oluşmuştu. Bu görüşe göre, HDP için darbe Erdoğan’dan kurtulmak için bir fırsat olabilirdi.

“HDP’de bir kesim Erdoğan gitsin de ne olursa olsun diyordu. HDP yanlış siyaset yaptı.”

 “HDP ayrı bir fırsatçılık peşinde koştu. Ahlaksız bir duruş var.”

“7 Haziran’dan sonra HDP’nin şirazesi kaydı. Sürekli zikzak yapıyor. HDP’liler darbeye inanmadılar, oyun içinde oyun’ dediler. ‘Darbe olsa bile nasılsa Erdoğan’ı götürecek’ diye memnundular.”

 

15 Temmuz sonrası: Yenikapı, OHAL ve KHK

15 Temmuz sonrasına dair birbiriyle bağlantılı iki konuda mutabakat var. Birincisi, darbenin önlenmiş olmasının, Türkiye’de toplumsal birlikteliğin sağlanması için çok büyük bir fırsat oluşturduğudur. Görüşmecilere göre, darbeye karşı ortak bir toplumsal duruş vardı. Halk darbeyi reddetmişti ve Meclis’teki dört siyasi parti darbe karşıtı bir bildiriye birlikte imza atmışlardı.

Medya, meşru kurumların yanında saf tutmuş ve halkı darbecilere karşı mobilize etmede önemli bir rol oynamıştı. Dolayısıyla hem siyasi hem de toplumsal bir uzlaşma zemini doğmuştu. Siyasi aktörlerden beklenti bu zemini daha da sağlamlaştırıp işbirliği ve dayanışma içine girmeleriydi. Böylece ülkenin başlıca sorun alanlarına ilişkin makul çözümler üretmek mümkün olabilirdi.

“Ülkede müthiş bir mutabakat havası vardı.”

“Bir birlik havası doğmuştu. Çok iyimserdim, iyi şeylerin olabileceğini düşünüyordum.”

İkinci mutabakat ise, 15 Temmuz sonrasının çok kötü yönetildiği ve kıymetli bir fırsatın heba edildiğidir. Görüşmeciler, darbe sonrası oluşan toplumsal uzlaşı ruhunun sorunların çözümü için kanalize edilmesini beklediklerini ancak hükümetin bunu kendi iktidarını güçlendirmek için kullandığını ifade ediyorlar.

Şikâyet edilen birçok uygulama var. “Yenikapı Ruhu” adı verilen süreçten HDP’nin dışlanması, bunlardan biri. İstanbul Yenikapı’da AKP, CHP ve MHP’nin katılımıyla darbeye karşı ortak bir miting yapılması ve HDP’nin dışarıda bırakılması, Cumhurbaşkanı’nın Beştepe’de yaptığı liderler toplantısına Demirtaş’ın çağrılmaması çoğunlukla yanlış bulunuyor.

İktidarın bu siyasetinin nasıl bir sonuç doğuracağına dair ise iki farklı yaklaşım var: Kimilerine göre, hataları ve eksiklerine rağmen, HDP sürecin içine alınmalıydı. Çünkü AKP, CHP ve MHP’nin birlikte davranıp HDP’nin dışlanması “Kürtlere karşı bir Türk Bloku” hissiyatının Kürtlerde yer etmesine neden olabilirdi. Kimileri ise, bunun Kürtlerde ciddi bir sorun oluşturmadığını savunuyor. Özellikle AKP’li Kürtler, iktidarı böyle bir siyasete HDP’nin ittiğini belirterek HDP’nin sürece katılmamasını dert etmediklerini belirtiyorlar.

“HDP’nin Yenikapı’dan dışlanması iyi değildi ama onlar da kendilerini dışlatmak için ellerinden geleni yaptılar. Muhtemelen çağrılsalar da gitmeyeceklerdi. Böyle mesajlar veriyorlardı. Ama Kürtler de bunu çok ciddiye almadı, bir kırılma yaşanmadı.”

Doğal olarak HDP’liler bu meseleye farklı bakıyorlar. Çalışma kapsamında görüşülen bir HDP milletvekili, partilerinin hem parlamentoda hem de sahada darbe karşıtı sürecin dışında tutulmasının uzun vadeli bir politikanın parçası olduğunu belirtiyor. Ona göre, darbeden sonra Erdoğan’ın önünde iki yol vardı. İlki, CHP ile ilişkileri düzeltip HDP ile diyaloga girmekti. İkincisi ise ulusalcılar ve milliyetçilerle işbirliği yapmaktı. Erdoğan birincisini kendisi için yeterince avantajlı görmediğinden diğer seçeneği tercih etti. Bu da HDP’nin sürecin dışına itilmesini ve kriminalize edilmesini zorunlu kılıyordu. Bugünkü uygulamalar ise bu tercihin gereklerini yerine getirmek şeklinde görülmeliydi.

“Biz parti olarak darbeden sonra el uzattık. Ortama bir de baskı eklenmesin diye gayret ettik. Ama Erdoğan bunu reddetti. Zira bu, Erdoğan’ın bir yıldır sürdürdüğü siyasetten keskin bir dönüş yapmasını gerektiriyordu. Erdoğan bunun yerine milliyetçi ve muhafazakâr bir düzen kurmaya girişti.”

OHAL ve KHK’lar görüşmecilerin hemen hepsi tarafından ciddi bir problem alanı olarak görülüyor. KHK’larla on binlerce insanın kamu görevinden ihraç edilmesi, açığa alınması, belediyelere kayyumlar atanması, uzun gözaltıların ve tutuklamaların yaygınlaşması, Kürtçe hizmet veren gazete ve televizyonların kapatılması, HDP’li milletvekillerinin tutuklanması gibi hamleler büyük bir endişeye neden oluyor.

Doğrudan toplumsal yaşama dokunan uygulamalar, sessiz de olsa büyük bir tepki doğuruyor. Mesela hükümetin 15 Temmuz’dan sonra en fazla tepki çeken icraatı, 4500 öğretmenin açığa alınmasıydı. Bu, AKP’liler de içinde olmak üzere toplumun her kesiminden büyük bir eleştiri aldı. Çünkü bunun darbe ile bir bağlantısının olmadığını, gayenin hükümete muhalif bir sendikada örgütlenen öğretmenlere gözdağı vermek ve muhafazakâr kamuoyunu tatmin etmek olduğunu düşünüyorlardı.

“En fazla öğretmenlerin görevden alınması tepki topladı. Kayyum atanması bile tepki çekmedi bu kadar. Sıradan insanların mağdur olması daha büyük bir etki yaptı. Sonra geri döndüler.”

“Darbe sonrası iyi yönetilmedi. Mesela öğretmenler önce açığa alındı sonra göreve iade edildi. O zaman niye aldın? Gözdağı vermek miydi amacın? “

(Açığa alınan) öğretmenler konusunda atmosfer çok sıkıntılıydı. Allahtan geri döndüler.

OHAL’in uzaması ve giderek daha faza sayıda KHK yayınlanması Kürtlerdeki kaygıları büyütüyor.

OHAL ve KHK’ların, darbe ile uzaktan yakından hiçbir bağlantısı olmasa da herkesin işinden ve ekmeğinden olabileceği, gözaltına alınıp tutuklanabileceği bir vasat yarattığı ifade  ediliyor. Görüşmecilere göre, iktidarın sürekli olarak 15 Temmuz’u halkın önlediğini söylemesi ama OHAL sürecine halkı hiç katmaması büyük bir çelişki oluşturuyor. OHAL’de toplumsal hassasiyetlerin göz ardı edilmesinin, tankların ve uçakların önüne atılan halka karşı büyük bir haksızlık olduğu düşünülüyor.

“Farklı olacağını sanmıştık. İlk KHK çıkınca anladık ki eskiden hiçbir farkı yok. Gidişat tehlikeli. Her önüne gelen kişiyi tutuklayamazsın.”

“Tartışmasız darbe sonrası süreç çok kötü yönetildi ve yönetiliyor. 15 Temmuz sonrası beklentiler başkaydı. İnsanlar topluca direnç gösterdi ama sonraki süreçte hiçbir toplumsal katılım yok. ‘Biz muktediriz, sizin adınıza biz karar verir ve uygularız’ deniliyor. Hiç kimsenin katkısı yok sürece, sadece dalkavukların sesi çıkıyor.”

İktidarın “fırsatçılık” yaptığı noktasında farklı kesimler nezdinde güçlü bir fikir birliği var. Buna göre iktidar, hukuku devre dışı bırakıyor ve darbeyi öne sürerek iki iş yapıyor: Bir taraftan kendi programını topluma dayatıyor. Diğer taraftan da bütün muhalif unsurları tasfiye etmeye yöneliyor. Görüşmecilere göre, darbeye karışanların cezalandırılması gerektiği konusunda hiçbir şüphe yok, ancak darbenin toplumsal muhalefeti sindirmek için bir fırsat olarak kullanılması büyük bir yanlış içeriyor. Çünkü bu tür bir kullanım, asgari müşterekleri yıkıyor ve istikrarsızlık üretiyor.

“Hükümet şu an toplumsal kutuplaşmayı derinleştiriyor. Darbe hükümeti de bunu isterdi. Çıkan KHK’lar darbe ile alakalı değil. Rektör atamasının darbe ile ne ilgisi var? Erdoğan kendi ajandasını dayatıyor şu an. Uzlaşı yok. Şu an bence Gülenciler mutludur.”

“Yenikapı’ya kadar fazla bir sıkıntı yoktu. Ama sonrasında 250 şehide layık bir süreç izlenmedi. Bunu bir fırsat olarak gördü. Halka layık görülmesi gereken bu muydu? Tek bir kişiye göre sistem dizayn ediliyor. Onun ajandasına uygun bir sistem kuruluyor.”

AKP’ye yöneltilen tenkitlerden biri de, darbe soruşturmalarında AKP’lilere bilinçli bir şekilde dokunulmamasıdır. Bu tenkidin sahipleri, AKP ile FETÖ arasında sosyolojik bir yakınlığa dikkat çekiyorlar. Ayrıca on beş yıldır tek başına iktidarda olduğu için FETÖ ile sıkı ilişki kuran partinin AKP olduğunu belirtiyorlar. Durum bu olmasına karşılık, darbeden ötürü AKP’den hiçbir siyasi aktöre dokunulmamış olmasını manidar buluyorlar.

Onlara göre futboldan siyasete, medyadan iş dünyasına kadar her sektöre sızmış FETÖ’nün siyaseti boş bırakması düşünülemez. Dolayısıyla siyasi kimlik taşıyan birçok kişinin de 15 Temmuz kalkışmasında rol alması muhtemeldir. Darbenin ayrıntılarıyla açığa çıkarılması için bu siyasi aktörlerin de tespit edilmesi gerekir. Fakat her alana uzanan darbe soruşturmalarının siyasi alana girmemiş olması AKP’nin bu mevzuda birtakım çekinceleri ve korkuları olduğunu gösteriyor. Bu itibarla eğer darbenin siyasi ayağı tam anlamıyla aydınlığa kavuşturulamazsa, bunun öncelikli sorumlusunun AKP olacağı dile getiriliyor.

OHAL’e yönelik yoğun eleştirilerin yanında bir kesim de PKK’nin özellikle şehirlerdeki etkinliğini kırdığı için OHAL sürecinden memnuniyet duyduğunu belirtiyor. Bu kesime göre, öğretmenlerin açığa alınması gibi mağduriyet yaratan bazı istisnalar dışında OHAL toplumun büyük bir bölümünün hayatına doğrudan müdahale etmiyor. Aksine PKK’nin gündelik yaşamda bireylerin üzerine kurduğu baskıyı kırıyor, örgüt korkusunu azaltıyor ve insanların daha rahat hareket etmelerini temin ediyor.

“Burada OHAL’den memnun insanlar. Örgütün hegemonik gücü kırıldı. Özellikle iş dünyası memnun. Daha özgür hissediyor insanlar şu anda.”

Yine bu kesime göre, PKK’nin şiddeti şehirlere taşıması, daha önce tepki gösterilen birçok uygulamaya meşruiyet zırhı kazandırmış. Mesela geçmişte şehirlerde kurulan arama/güvenlik noktaları önemli bir rahatsızlık nedeniydi. Fakat PKK’nin şehirlerde birçok bombalama eylemi yapması ve çok sayıda insanın bu eylemlerde hayatını kaybetmesi nedeniyle, artık bu arama/ güvenlik noktalarının kurulması normal karşılanıyor ve itiraz edilmiyor.

“Tamam, bugün etrafta daha çok polis var, daha çok güvenlik var, daha çok arama-tarama yapılıyor. Ama insanlar bundan şikâyet etmiyor. “

OHAL’de / 15 Temmuz sonrası sivil toplumun hali

Diyarbakır, her zaman sivil toplumun canlılığıyla bilinen bir kenttir. En zor zamanlarda bile birçok konuda sivil toplum örgütleri toplantılar ve konferanslar düzenler, çok sayıda etkinlik gerçekleştirilir. Ancak 15 Temmuz’dan sonra menfi yönde bir hava değişimi yaşandı. Diyarbakır’da sivil toplum hareketliliği durma noktasına geldi. Çok az sayıda toplantı yapılıyor; bunlar da kapalı mekânlarda ve sınırlı sayıda katılımla gerçekleştiriliyor.

Sivil toplumun suskunlaşmasında iki nedenin altı çiziliyor: İlki, olağanüstü halin yarattığı iklimdir. KHK’larla çok sayıda STK’nın kapısına kilit vurulması, açık kalan STK’ların da gözünü korkutmuş durumda. Bugün STK’ların hepsi daha az faaliyet gösteriyor, yaptıklarına ve söylediklerine daha fazla dikkat etmek mecburiyetinde hissediyor. Genel bir korkunun herkesi etkisi altına aldığı ve oto- kontrol ile oto-sansürün çok üst seviyelerde seyrettiği ifade ediliyor.

“Şu anda sıkıntı büyük. Birçok dernek kapatıldı. Sivil toplumu bırakmıyor hükümet. Alanlar yasak, sokaklara çıkmak yasak, muhalif basın yok. Salonlara tıkıldık, kapıda da polis bekliyor. Onca yıllık kurumlar kapatıldı. KHK’larla meclis de by-pass edildi. İfade özgürlüğü ve demokratik ortam yok edildi.”

“Sivil toplum çok korktu. Çok sesini çıkaramadılar. Sivil toplum toplantı yapmıyor artık. Bizim derneğimiz de uzun zamandır toplanmıyor. Manası yok!”

“Sivil toplumda sinmişlik hali hâkim. Hukuk hoyratça çiğnendiği için ve geçmişin tecrübeleri de göz önüne alınca insanlar sindi.”

“Sivil toplum hareketliliği sıfıra inmiş durumda. Sivil toplum sustu şu anda, hele kayyum ve tutuklamalardan sonra iyice sessizlik oldu.”

Bazı görüşmeciler, sivil toplumun geri çekilmesi konusunda PKK faktörünün unutulmaması gerektiğini belirtiyorlar. Hegemonik bir güç olarak PKK’nin imkân bulduğunda aynen devlet gibi davrandığını, sivil toplumu baskıladığını ve doğrudan kendisine angaje olanların dışında kalan STK’ların hareket alanını sınırladığını ifade ediyorlar. Bu nedenle sivil toplum iki arada bir derede kalıyor ve kendisinden beklenen işlevleri yerine getiremiyor.

“Sivil toplum zayıf; ne devlete ne de PKK’ye posta koyabiliyor. Tam bir sıkışmışlık hali.”

“PKK, Diyarbakır’da Ongözlü Köprü’de bir bomba patlattı. 5 kişilik aile öldü. Diyarbakır STK’ları olarak bir bildiri yayınladık, eylemi kınadık ve PKK’yi silah bırakmaya çağırdık. PKK bizi açıktan tehdit etti. Sonra Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Eşbaşkanları gözaltına alındı. Buna karşı çıkan bir bildiri yazdık. Bunun üzerine de devletin gazabını çektik. İçişleri Bakanlığı, bildiride imzası bulunan meslek odalarına müfettiş gönderdi.”

“PKK’ye yakın STK’ların bazıları kapatıldı, henüz kapatılmamış olanlar da sindirilmiş durumda. Diğer STK’lar da suskun. STK’lar önemli bir bileşendi aslında ama şu anda işlevsiz durumdalar.”

STK faaliyetlerinin azalmasının ve sokakların eskisi kadar hareketli olmamasının ikinci bir nedeni de, 7 Haziran seçimlerinden sonra PKK’nin başlattığı şehir savaşına duyulan tepkidir. Görüşmecilere göre, Kürtler şehir merkezlerinde hendekler kazılmasına, barikatlar yapılmasına ve savaşın kente taşınmasına ilk günden beri karşıydılar. PKK’nin bu yönde yaptığı çağrılara hep olumsuz cevap verdiler. Çünkü bundan herhangi bir sonuç çıkmayacağını ve en büyük zararı yine Kürtlerin göreceğini düşünüyorlardı. Fakat halkın açıktan reddetmesine karşın PKK ısrarla bu stratejisini tatbik etti. HDP ise buna gerektiği gibi karşı durmadı. Bu da PKK ve HDP ile tabanın arasının açılması sonucunu doğurdu.

Görüşmeciler, başta Selahattin Demirtaş ve Ahmet Türk gibi sembol isimler olmak üzere milletvekillerinin ve belediye başkanlarının tutuklanmasına halkın kitlesel bir tepki ortaya koymamasının ve sivil toplumda yüksek sesli bir itirazın gelmemesinin nedeni olarak bunu gösteriyorlar. Şehir savaşlarının çok büyük bir mağduriyet ürettiğini, halkın bu mağduriyetlerin sorumlusu olarak gördükleri için PKK ve HDP’nin çağrılarına kulak vermediklerini ifade ediyorlar.

“Kürdistan coğrafyasında 7 Haziran’dan sonra insanlar PKK’den uzaklaştılar. İki sene önce Öcalan’ın konuşması okunuyordu burada. Devrimci Halk Savaşı insanlara soruyordu: Neden yol kesiyorsun? Neden haraç alıyorsun? Belediye neden hizmet vermiyor? İnsanlar bunu sorgulamaya başladı. Şiddet bitince insanlar sorgulamaya başlamıştı. Şimdi hiçbir etkinlik yok. PKK’ye kızgınlık ve küskünlük var.”

“PKK, burada kendi insanlarına zulüm yaptı. HDP ise halka dokunamıyor. HDP, Türk solunun peşinden ayrılmalı. Halk onların arkasında durmadı. Çünkü onlar halkın nerede durduğunu anlamıyorlar.”

“Tutuklanmalara tepki verilmiyor artık. Örgütün (PKK’nin) de Kürtleri ıskaladığı meselesi var. Hendek buna iyi bir örnek. Ölenler boşuna ölmüş olarak görülüyor. PKK, Kürtlerin sosyolojisini ıskalıyor.”

İkinci Bölüm

Anayasa değişikliği teklifine yaklaşım

AKP, uzunca bir süredir hükümet sistemini değiştirmek, parlamenter sistemden başkanlık sistemine geçmek istiyordu. Türkiye’de 2007’de yapılan bir anayasa değişikliği ile birlikte Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi usulü kabul edildi. 10 Ağustos 2014’te yapılan seçimde Erdoğan oyların %52’sini alarak Cumhurbaşkanı seçildi. İktidara göre, Cumhurbaşkanın halk tarafından seçilmesiyle beraber Türkiye, parlamenter sistemden ayrılmış fiili olarak başkanlık sistemine geçmişti. Yeni bir anayasa değişikliği ile bu fiili durumu hukukileştirmek gerekiyordu.

İktidarın hükümet sistemi değişiklik talebine Meclis’te üç parti (CHP, MHP ve HDP) karşı koydular ve parlamenter sistemin devamından yana tavır aldılar. Ancak 15 Temmuz’dan sonra MHP lideri Devlet Bahçeli, hükümet sistemindeki belirsizliğin ülke için tehdit teşkil ettiğini ve halkın hakemliğinde bu sorunun çözülmesi gerektiğini belirtti. AKP’ye anayasa değişiklik teklifini Meclis’e getirmesi halinde destek olacağını söyledi. Bunun üzerine AKP ve MHP kurmayları hemen anayasa değişikliği hazırlığına başladılar. Kısa sürede hazırlanan teklif Meclis’ten geçti, Cumhurbaşkanı tarafından onaylandı ve halka sunuldu. Son sözü halk söyleyecek ve 16 Nisan 2017’de yapılacak olan referandumun sonucuna göre anayasada değişiklik teklifinin kabul edilip edilmediği belli olacak.

Referanduma ilişkin yapılan kamuoyu araştırmaları, anayasa değişikliğine taraf ve karşıt olanların birbirine yakın olduğuna işaret ediyor. Kıyasıya bir yarış var. Oranların birbirine yakın olması, demografik bir ağırlığa sahip olan Kürtlerin referanduma karşı alacağı tavrı önemli kılıyor. Bu çerçevede Kürtler arasında üç farklı gruptan söz etmek mümkün:

Birinci grubu HDP destekçileri oluşturuyor. HDP’lilerin çok ağırlıklı bir kısmı, AKP ve MHP’nin ortaklaşa hazırladıkları anayasa değişiklik teklifine karşı. Bunun iki önemli nedeni var: Biri, AKP’ye ve bilhassa Erdoğan’a duyulan öfkenin yerli yerinde durması. Onlara göre Erdoğan’dan Kürtler için herhangi bir şekilde doğru ve faydalı bir girişim gelmez. Diğeri ise, son dönemdeki bazı uygulamaların (milletvekillerinin tutuklanması, belediyelere kayyum atanması, HDP ve DBP’nin bütün teşkilatlarına yönelik yoğun operasyonlar yapılması, vb.) HDP tabanındaki iktidar nefretini bileylemesidir.

“Kürtlerin seçilmişleri kasap bıçağı altındaki koyun gibi; devlet ‘İstersem keserim istersem kesmem’ diyor.”

“Erdoğan’ın hiçbir vaadine, hiçbir sözüne inanmıyorum. El altından vaatlerde bulunarak, sahte rüşvetler dağıtarak bu işi kotarmaya çalışıyor. Ama bu iş böyle olmaz. Erdoğan çok milliyetçi bir strateji uyguluyor. Bu milliyetçilik sadece halk oylamasını kazanmak için yapılan bir geçici taktik olarak değerlendirilemez. Bundan ziyade Kürt karşıtı kalıcı bir stratejinin bir parçasıdır. Bu nedenle Kürtler ikirciksiz bir şekilde bu teklifi reddetmelidir.”

HDP’liler kesiminde genel tavır “hayır” yönünde olmakla birlikte, HDP açısından iki önemli sorun görülüyor: Birincisi, HDP tabanında – 7 Haziran seçimlerinin öncesinde olduğu gibi – bir heyecan dalgası hissedilmiyor. Diğer taraftan HDP ve DBP’nin parti teşkilatları büyük ölçüde dağıtılıyor.

Bu nedenle HDP ve DBP daha çok kendi sorunlarına odaklanmak zorunda kalıyor ve anayasa değişikliği de ikincil bir soruna dönüşüyor. Dolayısıyla parti tabanını motive etmek ve sahaya sürmek güçleşiyor.

İkincisi ise, PKK’nin 7 Haziran sonrasında şehirlere taşıdığı savaştan ötürü PKK ve HDP ile tabanı arasında açılan mesafedir. Bu mesafe henüz kapanmış değil. Çatışmaların şehirlerin kalbinde yapılması ve çok büyük bir yıkım yaratması PKK ve HDP’ye dönük bir kırılma yaratmış durumda. Birçok görüşmeci, PKK’nin halk üzerindeki hakimiyetinin sarsıldığını ve HDP’nin psikolojik üstünlüğünü yitirdiğini belirtiyor. Bu nedenle, bu mesafeli kesimin referandumda “evet” demese de, sandık başına gitmeyebileceği ifade ediliyor.

“Kürt halkı Kürt siyaseti için her şeyi yapmıştır. Elinden gelenin en iyisini yapmıştır. Ama insanlar güvenlerini yitirdiler. Ben hayatımda ilk kez Kandil’in tartışıldığını duydum. Eğer bugün tutuklanan milletvekillerine, belediye başkanlarına, kayyumlara millet tepki vermiyorsa, sebebi güvensizliktir. Çoğu insanda sandığa gitmeme eğilimi  var.”

“Kürt halkı artık canının, malının derdine düşmüş. Toplumda sandığa gitmeme tepkisi olabilir.”

“İnsanlar Selahattin Demirtaş için sokağa çıkmadılar ama birden AKP’li de olmadılar. HDP’nin % 20’si kadar bir kitle belki de demokratik siyasetten umudunu kesti, onun için sandığa gitmeyebilir.”

İkinci grubu oluşturan AKP’lilerin büyük bir bölümü ise anayasa değişiklik teklifini destekliyor. AKP’lilerin bu desteği dayandırdıkları birçok neden var: Bir kere Erdoğan’a ve partilerine güven duyuyorlar. Kürt meselesinin ancak Erdoğan ile çözülebileceğini ve Erdoğan’ın elini güçlendirecek bu değişikliğin çözüm için yeni bir fırsat yaratacağını öne sürüyorlar. “Hayır” demenin statükoya taraf olmak anlamını taşıdığını belirtiyorlar, Kürtlerin hiçbir koşulda darbe anayasasını savunan bir pozisyonda olmamaları gerektiğini belirtiyorlar. Bugünkü sorunların kaynağı olan 1982 Anayasası’nın arkasında durmanın Kürtlere yapılabilecek en büyük kötülük olduğunu ifade ediyorlar.

“Benim için sorun çok açık: 1982 Anayasası’nın kabuğunu kıran her değişime destek veririm.” “Kimse Kürtleri darbecilerin peşine katmaya kalkmasın!”

Anayasa değişiklik teklifinin MHP ile hazırlanması, değişiklik teklifinde hak ve özgürlüklere dair herhangi bir hükmün bulunmamasına dönük eleştiriler karşısında, AKP’liler şartların bu tabloyu ortaya çıkardığını belirtiyorlar. Onlara göre HDP’nin mutlak AKP karşıtı bir uca savrulması, HDP ile işbirliğini imkansız kıldı ve daha özgürlükçü bir anayasa yapmanın zeminini ortadan kaldırdı. Aynı görüşe göre, bugün AKP, MHP’ye mecbur kalmışsa bunun müsebbibi ve mesulü HDP’dir.

“Kürt siyaseti Erdoğan ile ilişkiyi bıçak gibi kesmeseydi her şey çok daha iyi olurdu.”

“15 Temmuz gecesi Bahçeli’nin aldığı pozisyonu Demirtaş almış olsaydı, acaba bunları yaşar mıydık? Hayır, yaşamazdık.”

“AK Parti-MHP koalisyonu 15 Temmuz gecesi kuruldu. HDP o treni kaçırdı. 15 Temmuz’dan sonra, AK Parti’nin MHP’nin hassasiyetlerine daha fazla özen göstereceği belliydi.”

“HDP ile başkanlık seçeneğini kaybettik. MHP ile başkanlığa kaldık.”

Ancak AKP’liler içinde de kararsız bir kesimin olduğu söylenebilir. Bazı AKP’lilerin gerek anayasa teklifinin içeriğinden ve gerek yürütülen kampanyadan hoşnut olmadıkları görülüyor. Anayasa değişiklik teklifinde Kürt meselesinin çözümüne katkı sunacak herhangi bir önerinin olmaması, aşırı milliyetçi bir dilin kullanılması, söylemde MHP’nin ağırlığının artması onları rahatsız ediyor.

Rahatsız olanların ellerinin “hayır” seçeneğine gitmesi iki sebepten ötürü zor görünüyor: Birincisi, hem 1982 Anayasası’nın yanında konumlanmak istemiyorlar. İkincisi de, “hayır”ın yüksek çıkması durumunda bunun PKK ve HDP tarafından istismar edileceğinden korkuyorlar. Bu sebeple “hayır” demeyeceklerini ama oy kullanmayabileceklerini belirtiyorlar.

“Yeni anayasa tartışmalarına Kürt meselesi açısından bakıyorum. Erdoğan’ın başkan olması Kürt sorununun çözümünü kolaylaştıracak mı, kolaylaştırmayacak mı? Benim için önemli olan budur. Ancak görünen o ki, bu anayasayla çözüm zor.”

“Referandumda net bir duruş yok Kürtlerde.”

Üçüncü grup ise, anayasa değişikliğinin Kürtlerin öncelikli bir sorunu olmadığını düşünenlerden oluşuyor. Buna göre, söz konusu değişiklik Kürtlerin hak ve hürriyetlerini içermediğinden Kürtlerin buna “evet” demeleri gerekmiyor. Beri yandan “hayır” zaten sorunu yaratan bir  sistemi savunmak anlamına geldiğinden Kürtlerin bu noktada da durmaları icap etmiyor.

Dolayısıyla anayasa konusunda Kürtlerin mutlak bir “evet” ya da mutlak bir “hayır” pozisyonu almasını zorunlu kılan bir durum yok. Dileyen “evet”, dileyen “hayır” der, dileyen de sandık başına gitmez.

“Kürtler kendilerini anayasada görmüyorlar. Bu değişikliğin içerisinde de yoklar. Bu nedenle yapılacak olan değişikliği Kürtler açısından önemli görmüyorum.”

“Anayasa Doğu’da halkın gündeminde de değil, daha çok Batı’nın gündemini oluşturuyor. Yapılacak olan, Erdoğan’ın yaptığı işlere anayasal çerçeve geçirilmesidir. 82 Anayasası Kürtlere herhangi bir hak vermedi ki, bu anayasa değişikliği o hakları gasp etsin. Ortalama vatandaşın gündeminde yok bu durum.”

“İnsanlar ‘her şey başkanlık sistemi için, bize yine bir şey yok’ diyorlar.”

“Bugün anayasada ne olmalı, anayasa nasıl olmalı sorusundan çok uzağız. Çok güvensiz bir ortam var, kendimi güvende hissetmiyorum ve anayasayı da tartışmak istemiyorum.”

“Türkiye’nin beklediği anayasa değil bu. AKP yeni bir anayasa iddiasıyla geldi, ama yapmadı, bu gidişle de yapacağı yok.”

HDP’liler, anayasa değişikliğine çok büyük önem atfetmeyen bu tavrı yanlış buluyorlar. Onlara göre, bu anayasa teklifi geçtiğinde ülkenin kaderinde radikal bir değişiklik yapacak ve herkesi olduğu gibi Kürtleri de olumsuz yönde etkileyecek. Zira “Türkçü” bir projenin alt yapısını oluşturan bu değişiklik halktan onay aldığında, bugüne kadarki bütün kazanımların altı oyulacak.

“Burada bir Türkçü ittifak, anti-Kürt bir yapılanma vardır. Buna kayıtsız veya tarafsız kalınmaz. Bu Türkçü ittifaka ‘hayır’ demek, sadece Erdoğan’a ‘hayır’ demek değildir. Mesele sadece PKK veya HDP meselesi de değildir. Bu, Türkçü bir plandır. Eğer buna kayıtsız kalınırsa, sonuçlarından sadece HDP veya PKK değil bütün Kürtler zarara görecektir. Bugün bile atanan kayyumlar, Kürtçe tabelaları kaldırıyor, aktiviteleri yasaklıyor, Roboski Anıtı’nı yerinden söküyor, tamamen Türkçü bir proje uyguluyorlar. Bu nedenle buna çok açık karşı çıkmak gerekiyor.”

Kürt Meselesi, darbe mekaniği ve şiddet

Görüşmeciler, anayasa değişiklik önerisine ilişkin fikirlerini açıklarken iki noktanın özellikle altını çiziyorlar. İlki, Kürt meselesinin varlığı ile askeri darbeler arasındaki bağlantıdır. Buna göre, ordunun sivil siyaset üzerinde vesayetini tahkim etmesinde ve gerektiğinde yönetime el koymasında Kürt meselesi belirleyici bir rol oynuyor. Zira Kürt meselesinin şiddet boyutu ordunun siyaset üzerindeki etkisini artırır. Sahada mücadele ettiğinden bahisle ordu, taleplerini hükümete dayatır ve siyasetin çerçevesini çizer. Demokratik hak ve özgürlüklerden ekonomiye kadar hemen her alana müdahale etme hakkını kendinde bulur. Bu itibarla Kürt meselesi çözülmedikçe sistem demokrasi dışı müdahalelere açık halde durur.

“Darbe kültürünün kökü kazınacaksa ilk önce Kürt meselesi çözülmelidir. Darbe ile hesaplaşmak bir zihniyet değişimi gerektirir, bu da demokratikleşmeden geçer.”

“Sivillerin halletmesi gereken bir meseleyi askere havale ederseniz, asker güçlenir. Yeterince güçlendiğinde de iktidara el koyar.”

“Kürt meselesinde şiddet olduğu müddetçe ordu gücünü yoğunlaştırıyor. Siyasi, hukuki, ekonomik ve idari olarak daha fazla güçleniyor.”

“Kürt meselesi çözülmediği sürece Türkiye’de her zaman darbe gündemde olacak ve siyasette otoriterleşme artacaktır.”

Bu bağlamda görüşmeciler, Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde görev yapan neredeyse bütün üst rütbeli askerlerin 15 Temmuz’dan sonra darbecilik gerekçesiyle tutuklandıklarını hatırlatıyorlar. Darbeci askerlerin bir taraftan bölgede hendeklerin açılmasına göz yumup çatışma ortamı yarattıkları, diğer taraftan da orantısız güç kullanarak kitlelerin öfkesini kabartıp darbe için gerekli ortamı hazırladıkları belirtiliyor.

Dolayısıyla görüşmecilere göre, ordunun siyaset üzerindeki etkisini kırmak için yapılması gereken, Kürt meselesini şiddet sarmalından çıkaracak adımları atmak, meseleyi hukukun ve siyasetin alanına çekmektir. Anayasa değişikliği bunun için iyi bir fırsat olabileceği, ancak kullanılmadığı ortak kanaat. Kürt meselesini çözümünü kolaylaştıracak hükümleri bulundurmayan bu değişiklik, Türkiye’nin anayasal problemlerini ortadan kaldırmıyor, aksine yeni problemlere kapı aralıyor.

“İspanya’da Franco’dan sonra üç yılda yeni bir anayasa yapıldı. AKP kaç yıldır iktidarda, demek ki gerçekte yeni bir anayasa yapma niyeti yok. Yeni bir anayasanın halen yapılmamış olması, AKP’nin demokratik kalibresini gösterir. Kürt sorununa çözüm üretmeyen bir anayasa ‘yeni’ olamaz. Teknik olarak bakıldığında bu anayasa paketi sakat. Olumlu bir adım değil, yeni krizler yaratmaya gebe olacak.”

Fikri mutabakat içinde olunan ikinci konu ise, şiddetin kesinlikle bir çözüm olmadığıdır. Görüşmeciler, şiddetin Kürtlerin sosyal ve siyasi hayatını birçok açıdan tahrip ettiğini belirtiyorlar. Şiddetin en büyük zararı Kürtlere verdiğini, şiddetin yükseldiği dönemlerde maddi ve manevi en büyük kayıpları Kürtlerin yaşadıklarını söylüyorlar. Silahın varlığının, Türkiye’de demokratik mücadelenin önünde bir engel olduğuna ve şiddetin Kürtlerin haklarını kriminalize ettiğine vurgu yapıyorlar.

Görüşmecilere göre şiddet, Türkiye’de demokrasiyi iki yönlü zedeliyor: Bir yandan, şiddetin arttığı dönemlerde Türkiye’deki demokratik kazanımlar geriye gidiyor. Diğer yandan ise, silah PKK’nin diğer Kürt siyasi parti ve grupları üzerinde baskı kurmasına neden oluyor. Bu nedenle hem Türkiye hem Kürtler için doğru olan, PKK’nin uygun şartlar sağlanarak silah bırakması ve HDP’nin de silahların gölgesinden kurtularak demokratik siyaset yapmasıdır.

“Gelinen aşamada – Kandil hariç – kimse şiddetten yana değil. Taleplerde ortaklaşmak yetmiyor, Kürtler mücadele yöntemlerinde de anlaşmalı. Tam Kürt partileri arasında bir anlaşma oluyor, PKK bir bomba patlatıyor ve her şey çöpe gidiyor. Meşru bir amaca ulaşmanın araçları bellidir.”

“Kürtler PKK’nin şiddeti ile hiçbir yere ulaşamaz. Kürtler silaha ve şiddete karşı çıkacak, hukukun üstünlüğünü ve demokrasiyi savunacak. Kürdistan’da siyasetin çoğulculaştırılması gerekiyor.”

“PKK, ateşkes ilan etmeli. Ondan sonra biz bir şeyler söyleyebilir, hükümet ve diğer partiler üzerinde bir baskı oluşturabiliriz. Şu anda diyecek bir sözümüz yok.”

“PKK, silahlı mücadeleyi Türkiye’de bitirdiğini açıklamalı. Devlet adım atmaya mecbur kalır bu durumda. Türkiye’de artık silahın bir hükmü kalmadı, bunu görmek lazım. Silahla çözeyim dersen devletin seni çekmek istediği yere gidiyorsun.”

Ancak görüşmecilerin büyük bir kısmı, üç nedenden ötürü, PKK’nin silah bırakmaktan çok uzak olduğunu söylüyorlar. Birincisi, PKK’nin bölgedeki baskın konumunu sürdürme gayesidir. Görüşmecilere göre PKK, yapısı gereği, demokratik bir yarışa ve mücadeleye gönüllü değil ve silaha dayanan bir hegemonyayı tercih ediyor. Son “hendek savaşları”nda olduğu gibi halka halkın tasvip etmediği bir tercihi dayatıyor, herhangi bir eleştiri kabul etmiyor, tüm bunlar için de silaha ihtiyaç duyuyor.

İkincisi, PKK’nin bütün kazanımlarını silah sayesinde elde ettiğini düşünmesidir. PKK, şiddet ile devleti bazı adımlar atmaya mecbur bıraktığı ölçüde, müsebbibi olduğu sorunların zamanla unutulacağını, halkın kendi tarafında saf tutacağını ve böylelikle gücünü konsolide edeceğini hesaplıyor. Görüşmecilere göre, devletin – genel olarak – şiddet sürerken bazı adımlar atması ama silahlar sustuğunda herhangi bir çözüm iradesi ortaya koymaması, PKK’nin bu fikrini ve söylemini güçlendiriyor.

Üçüncüsü ve konjonktürel olarak en önemlisi ise Ortadoğu’da yaşanmakta olan karmaşa halidir. Ortadoğu’da sınırlar değişme emaresi gösterirken, dört bir yanda çatışmalar hüküm sürerken, PKK’nin silah bırakmayı aklından bile geçirmeyeceği düşünülüyor. PKK’nin ABD yardımını devam ettirmek ve Suriye’de elde ettiği pozisyonu korumak için daha fazla silahlanacağını tahmin ediyorlar.

“Örgütün kafasına göre silah bırakması zor. Ortadoğu’nun kalbinde bir mesele olmuş artık.”

“Silahlı mücadele konusunda PKK kimseyle uzlaşmaz. Ortadoğu karmaşık. PKK de her yeri karıştırıyor, silah bırakmaz.”

“Kürt hareketinde eleştiri yapacak merci yok. Hendeklerle ilgili baskın kişilerde özeleştiri yok. Aksine ‘davamızın bir parçası olmadılar’ diye halka yapılan suçlama var.”

“Sen devlet olarak Kürtlerin bazı haklarını silahlı mücadele sürerken vermişsin. Aslında silahı meşrulaştıran sensin. Dolayısıyla silah bırakma hayal şu anda.”

“İnsanlar bu işin faturasını örgütten ziyade HDP’ye kesiyorlar. Örgüt yeterince eleştirilmiyor.”

Çözüm sürecinin geleceği

PKK, artık sadece Türkiye’de faaliyet gösteren ve Türkiye ile ilgili bir örgüt değil. Türkiye’nin yanında Irak, İran ve Suriye’de kolları olan ve her bir ülke için hedefleri olan bir yapılanma. Bundan ötürü PKK’nin kısa bir süre içinde bütünüyle silahsızlanması beklenmiyor. Ancak PKK’nin Türkiye’de silahlı mücadeleyi bitirmesi gerektiği belirtiliyor. Bunun olabilmesi için ise Türkiye’nin yeni bir çözüm sürecine ihtiyacı olduğu dillendiriliyor.

AKP’li Kürtler de dahil olmak üzere tüm görüşmeciler, PKK’nin silahla amacına ulaşması nasıl mümkün değilse, devletin de salt güvenlikçi bir bakış açısıyla Kürt meselesini bir çözüme kavuşturmasının imkânsız olduğunu belirtiyorlar. Çünkü bir Kürtlük bilincinin geliştiğini, baskı ve zorlama ile kimsenin Kürtlüğünden vazgeçmediğini ifade ediyorlar.

Çözümün siyasetten ve müzakereden geçtiğine dair geniş bir mutabakat var. 2013’te başlayıp 2015 Temmuz’unda sona eren silahların sustuğu süreç, siyasi bir çözümün imkân dahilinde olduğunu gösteren, insanların yakın tarihte kendilerini en rahat ve mutlu hissettiği bir dönem olarak yad ediliyor. Halkın yeni bir süreci kabul etmeyeceğine dair argümanlar inandırıcı bulunmuyor. Siyasilerin dilinin değişmesi halinde, kamuoyunun kısa bir süre içinde siyasi bir çözümü kabul edebilecek bir noktaya geleceğine inanılıyor.

“Sen bir iklim oluşturursun, çatışma iklimi anında değişir. Çözüm süreci buna iyi bir örnek aslında.”

“Çok kullanılan ‘Toplum hazır değil’ argümanı, çözüm sürecinde çöktü. Halkın sürece desteği % 70’ler seviyesindeydi”

Görüşmecilere göre, yeni bir süreç eskisi gibi olmaz, olamaz ve zaten olmaması gerekir. Çünkü, 2013’ten farklı olarak bugün bir Suriye meselesi var. Tarafların bir görüşme masasına oturabilmesi için her şeyden önce Suriye konusunda bir asgari müşterekte anlaşmaları gerekir. Keza yeni bir süreç eskisinin hatalarından da arındırılmalıdır. Bunun için taraflar güven verici ve barışçıl bir dil kullanmalı, muhataplar çeşitlendirilmeli, hedefler önceden net bir şekilde ortaya konulmalı ve yapılacak işler bir takvime oturtulmalıdır.

“Devlet başka aktörleri devreye sokabilir. Bir strateji ve hedef ortaya koymalı devlet. Devlet kendi retoriğini değiştirirse, dil değişimi yaparsa önemli bir değişim olur zaten. Örgütün onurlu bir çıkış yapabilmesi lazım. Devlet atmalı bu adımı. Kürtlerin sosyolojisine uygun bir temsil lazım.”

“Hükümet Kürt sorunu için ‘şiddetsiz’ bir çözüm geliştirmeli. Güvenlikçi siyaset hiçbir sorun çözmez, sadece PKK’yi güçlendirir.”

“Türkiye birçok tehditle karşı karşıya. Bir an önce Kürt-Türk barışının ötesinde genel bir barış atmosferine girmemiz lazım.”

“Barış fikrini bütün toplumsal tabakalara yayacak bir barış mühendisliği yapmak gerekiyor. Tüm kesimler sürece katılmalı ki, onlar kendilerini sürecin sahipleri olarak görsünler ve süreci sahiplensinler. Eğer farklı Kürt grupları baştan itibaren sürece katılmış olsaydı, çıkar yanlışlıkları söylerlerdi.”

Ortak anayasal talepler

Görüşmecilere göre; Kürtler ile Türkler ortak bir zemini paylaşıyorlar. Aralarında kültürel yakınlık var ve demografik olarak iç içe geçmiş haldeler. Söz konusu yakınlık nedeniyle Kürtler ve Türkler arasında üç önemli konuda geniş bir uzlaşma var:

  • Şiddetin sona ermesi
  • Demokratik standartların yükseltilmesi
  • Ortak bir vatanda birlikte yaşama isteği

“Kültürel bir ortak zemin var. Kültürel yakınlık var. Tepki, duygu, heyecan, örf, adet, hepsi birbirine benziyor. Eğer dil farklı olmazsa, Türk ile Kürdü birbirinden ayırt etmen çok zor, aralarındaki farkı anlayamazsın. Dolayısıyla ortak payda zaten var. Bunu anayasal zeminle taçlandırmak gerekiyor.”

“Ortak noktaların başında çatışmaların durması geliyor. Silahın bırakılmasını isteyen insanların sayısı artıyor.”

Özellikle birlikte yaşama iradesine büyük bir önem atfediliyor. Türkiye’den ayrılmak Kürtler arasında ağırlığı olan bir siyasi pozisyon değil. Devletin bu iradenin kıymetini bilmesi ve bunu kuvvetlendirecek adımlar atması gereği üzerinde duruluyor. Görüşmecilere göre, devlet Kürtlerin taleplerinin ne olduğunu gayet iyi biliyor. Zira hem çözüm sürecinde hem de Kürt meselesi etrafında yürütülen çalışmalarda bu talepler açık bir şekilde ortaya konuldu. Yasal ve anayasal düzeyde öne çıkan beş önemli talep var:

  • Etnik ima barındırmayan bir anayasal vatandaşlık tanımı
  • Anadilin eğitimde ve resmi işlemlerde kullanılması
  • Güçlü bir adem-i merkeziyetçilik
  • Silahsızlanmayı mümkün kılacak bir yasal çerçeve
  • Demokratik siyaseti güçlendirecek bir seçim ve siyasi partiler yasası

“Kürtlerin taleplerinin hepsi makul talepler. Bu makul ve masum taleplere karşı devletin alacağı tavır önemli.”

“Mantıklı olan eyalet sistemidir.”

“Yerel yönetimlerin güçlendirilmesi genel bir taleptir, sadece Kürtlerin talebi değil.”

“Taban anadilde eğitimi çok güçlü bir şekilde savunur. Anadilde eğitimin tartışılması, artık karşıya şiddet uygulamak gibidir.”

“Anadil meselesi, kırmızı çizgidir. İnsanlar artık şiddet değil, siyaset istiyor”

“Türklük vurgusu çıkıp ‘vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkes’ gibi bir ibare kullanılabilir. Bu, daha kabul edilebilir bir formüldür.”

“Kilit mesele, yerelleşmedir. Hem ekonomik kalkınma hem de kimlik haklarının tatmini için yerelleşme önemlidir.”

Yasal ve anayasal düzenlemeler hakkında görüşmecilerin üzerine basarak dile getirdikleri iki husus var: Biri, yasal ve anayasal hakların Kürtlere bir lütuf gibi sunulmasının rahatsızlık yarattığı.

Görüşmecilere göre devletin Kürtlerin taleplerini sürekli olarak en alt düzeyden ve içini boşaltarak karşılamaktan vazgeçmesi gerekiyor. Devletin bir hak talebini karşılarken bunları yukarıdan aşağıya bahşeder bir tavır ile yaptığı zaman birtakım olumlu işler bile olumsuz algılanıyor.

İkincisi, hakların yasal ve anayasal garantiye alınmasının, hem Kürtlere güven telkin edeceği, hem de şiddetin önünü keseceğidir. Görüşmeciler, anayasal bir garanti mekanizması olmadığı müddetçe, haklar hükümetlerin geçici politikalarına bağlı olarak alanları daraltılıp işlevsiz kılınabilir. İktidarların gel-geç politikalarından ve şiddet taraftarlarının sömürüsünden kurtarmak için meşru hakları güçlü anayasal dayanaklarla kuşatmak gerekir.

‘Devlet ‘Acaba bu işi ne kadar az maliyetle kapatabilirim?’ mantığından vazgeçmeli. Millet yoruldu artık.”

“Benim hak ve hukukum anayasal güvence altına alınmalı. Bu haklar tanınmalı. TRT Kürdî var şu anda, yayın yapıyor ama anayasal bir güvencesi yok. Yarın başka bir iktidar bunları kaldırabilir.”

“Kürt meselesi bir anayasal mutabakat meselesidir. ‘Ben verdim’ demeyle olmaz.”

Değerlendirme

15 Temmuz’dan sonra Diyarbakır’daki ruh haline odaklanan bu çalışmada, önce farklı kesimlerden kanaat önderleri, sivil toplum temsilcileri ve akademisyenler ile derinlemesine mülakatlar yapıldı. Ardından Diyarbakır’da düzenlenen bir çalıştayda farklı görüş mensuplarının bir arada konuları ele almaları ve tartışmaları sağlandı. Mülakatlardan ve çalıştaydan elde edilen çıktıları birkaç noktada toplamak mümkün:

  • Şehir savaşlarının ardından bütün bölge gibi Diyarbakır da toparlanmaya, kendi ayakları üzerinde doğrulmaya çabalıyor. Meydana gelen büyük tahribatın giderilmesi, içtimai ve iktisadi yaraların sarılması, kentlerde hayatın mümkün mertebe normal seviyeye çıkarılması öncelikli gündem maddelerini oluşturuyor.
  • Diyarbakır Sur’daki çatışmaların yarattığı yıkımın ve moral bozukluğunun etkileri devam ediyor. Halk bundan sorumlu tuttuğu PKK ve HDP ile arasındaki mesafeyi koruyor; yapılan çağrılara müspet bir cevap vermiyor. Şehrin her noktasında güvenlik noktaları kuruluyor, devletin sahaya giderek daha fazla hakim olduğu ve buna mukabil PKK’nin kabuğuna çekildiği görülüyor.
  • PKK’nin dışında kalan bütün gruplar, şiddetin çözüm olmadığını, şiddet ile maddi ve manevi olarak en büyük hasarın Kürtlerde yaratıldığını artık daha yüksek sesle dile getiriyorlar. PKK’nin uygun hukuki koşullar yaratılarak Türkiye’de silahlı mücadeleyi bitirmesi gerektiği belirtiliyor.
  • 15 Temmuz’daki darbe girişimimin bastırılması genel olarak olumlu karşılanıyor. Hükümetin darbeye anında tepki göstermesi, Cumhurbaşkanının darbecilere karşı halkı sokağa çağırması ve halkın bu davete icabet etmesi takdir ediliyor. Bununla birlikte darbe öncesi ve sonrasına dair kafalarda birtakım soru işaretleri bulunuyor. Darbenin bütün boyutlarıyla aydınlatılması gereğine vurgu yapılıyor.
  • HDP tabanında 15 Temmuz hakkında parçalı bir görünüm var. Ağırlıklı bir kesim, darbenin gerçekliğinden şüphe ediyor ve bunu Erdoğan’ın “yeni bir oyunu” olarak değerlendiriyor. 15 Temmuz’u ‘darbe’ olarak nitelendiren ve partinin daha hızlı ve daha sert bir tepki göstermesi gerektiğini belirtenler azınlıkta kalıyor.
  • Darbe sonrasının hükümet tarafından çok kötü yönetildiği konusunda geniş bir konsensüs var. 15 Temmuz’un boşa çıkarılmasının Türkiye’de toplumsal uzlaşmayı sağlamak için ciddi bir fırsat olduğu ama iktidarın bu fırsatı heba ettiği söyleniyor. İktidarın “fırsatçılık” yaptığı, OHAL ile birlikte – salt darbecileri değil – kendine muhalif olarak gördüğü kesimleri de sindirmeye giriştiği ifade ediliyor.
  • Diyarbakır’daki sivil toplum – önceki dönemlerle kıyas kabul etmez bir şekilde – hareketsiz bir dönem geçiriyor. OHAL ile kapatılan çok sayıda dernek ve vakıf var. Kapatılmayan STK’lar ise sessizliğe gömülmüş durumdalar. OHAL’in yarattığı atmosfer, kişi ve kurumlardaki oto-sansür ve oto-kontrolü azami seviyeye çıkarmış. Herkesin söylediklerine ve yaptıklarına daha fazla dikkat ettiği, genel olarak bir korku ikliminin egemen olduğu söyleniyor.
  • Anayasa değişiklik tartışmaları Kürtlerde heyecan yaratmıyor. AKP’nin MHP ile ortaklığı, AKP’li Kürtlerde de burukluk yaratıyor. Getirilen teklifte hak-özgürlük alanına ilişkin herhangi bir hükmün bulunmaması nedeniyle anayasa değişikliğine dair bir umut beslenmiyor.
  • AKP’li Kürtler MHP ortaklığını zorunlulukla açıklıyorlar. Diğer Kürtler ise anayasa değişiklik sürecinden dışlandıklarını düşünüyorlar.
  • Kürtler, 16 Nisan’da halktan onay alsa da, bu değişikliğin ne Türkiye’deki anayasa sorununu ne de büyük toplumsal sorunları (Kürt meselesi, Alevi meselesi, vb.) çözeceğini düşünüyorlar. Dolayısıyla anayasa değişikliği değil, kültürel hak ve kimlikleri tanıyan yeni bir anayasa yapılması gerektiğini belirtiyorlar.
  • HDP dışında başkanlık sistemine mutlak bir karşıtlığı dillendiren bir Kürt grup yok. Kürtler başkanlık veya bir başka hükümet sistemi önerisini, Kürt meselesini çözme potansiyeli üzerinden değerlendiriyorlar.
  • Kürtler, hükümet sistemi değişikliğinden çok, 16 Nisan referandumunda verecekleri oyun siyasi tavırları açısından ne anlama geleceği ve nasıl sonuçlar üreteceği üzerine düşünüyorlar. Birçok Kürdün PKK’ye olan tepkisi ile iktidarın güvenlik politikaları arasında sıkışmış olduğu ve sandığa gitmeyebileceği düşünülüyor. “Evet” demenin iktidarın tasvip etmediği mevcut siyasetine ve OHAL dönemindeki uygulamalara onay olarak okunması ihtimali birçok Kürt için önemli sorun teşkil ediyor. Keza “Hayır” oyunun da PKK ve HDP tarafından kötüye kullanılabileceği düşüncesi birçok Kürdü endişelendiriyor.
  • Kürt meselesinin çözümü için yeni bir girişime ihtiyaç olduğu söyleniyor. Her ne kadar bitmiş olsa da çözüm sürecinin çok değerli bir deneyim olduğu vurgulanıyor. Siyasetin dışında bir çözümün mümkün olmadığının altı çiziliyor. Ancak yeni bir siyasi sürecin, geçmişteki hatalardan arındırılması ve eksikliklerinin tamamlanması gereği üzerinde duruluyor.

Detaylar

Katılımcılar
YAZAR
Doç. Dr. Vahap Coşkun
×
PREVIOUS
NEXT